30 Mart 2012’de kabul edilen ve 4+4+4 yasası olarak bilinen
6287 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu’ndan sonra kamuoyunun kafası karışmış
gibi gözüküyor. Aslında bu kafa karışıklığının sebebi AKP iktidarının
gericiliği toplumsal yaşama iyice bulaştırma isteğinden çok kafa karışıklığı
yaşayanların gericilikle ilgili net bir fikir sahibi olamamaları gibi
gözüküyor. AKP’nin en önemli özelliğinin gericilik olduğu bilinen bir gerçekti
ne de olsa.
Bu kafa karışıklığı Eğitim-Sen’de de görülmektedir. Yasayla
ilgili yapılan ilk yorumlarda gericilikle ilgili çok az şeylerin dile
getirildiği görülmüştü. Sonra Eylül ayıyla birlikte tanık olunan bazı pratikler
bu “elini korkak alıştırma” halinin bir nebze de olsa giderildiği algısını
oluşturdu. Şimdi laikliğe sahip çıkmanın, gericiliğe karşı durmanın zamanıdır.
Laiklik ve gericilikle ilgili tartışmalarda türban mevzusu en tıkayıcı
başlıklardan biri olmaktadır.
Eğitim-Sen’in bir sınıf örgütü olduğu söylenir. Birileri de sınıf
örgütü olmanın hakkının verilmediğini düşünür. O halde şurası kesindir ki
Eğitim-Sen’in üyeleri sendikalarının bir sınıf örgütü olmasını istemektedirler.
Burada kast edilen sınıf da herhalde burjuvazi değildir. Onun düşmanı olan biz
eğitim emekçilerinin de içerisinde yer aldığı işçi sınıfı kastedilmektedir. İşçi
sınıfının tarihsel mücadelesinde gericilik ve onun en önemli yaşam alanlarından
biri olan türban nerede durmaktadır? Bunu incelemeye çalışalım.
Tarihte işçi sınıfı iktidarları görülmüştür. Bunların ilki
1871 yılında iki ay süren Paris Komünü’dür. Tabi dinsellik hemen
imparatorluktan, patronlardan, toprak sahiplerinden yana olmuştur. Sınıfın yürüyüşünde
hiçbir şekilde destekçi olmayacak aksine köstekleyici olacağı bilinen dinsel
eğitim, Paris Komünü’nün onuncu gününde yasaklanmıştır. Tarihteki en önemli
işçi sınıfı iktidarı Bolşevik Devrimi de dinsel eğitimi altıncı ayında
yasaklamıştır. Hem de o dönemdeki inanılmaz yoğun gündem altında. Sovyetlere
üye seçilen seçimlerde papazlara ve keşişlere oy hakkı tanınmamıştır. Onların
oyunun rengi beyazdır (ak) çünkü. Günümüzde işçi sınıfının iktidarda olduğu iki ülke
vardır: Kuzey Kore ve Küba. Kuzey Kore toplumsal yaşamla ilgili tek fotoğraf
karesi bile sunmadığı için herhangi bir bilgimiz yok ama şu anda dünyadaki en
kaliteli eğitimi veren Küba’da dinselliğin kırıntısının okullarda olmadığını biliyoruz.
Yani işçi sınıfının dinsellikle ilişkisi bu şekildedir. Yani herhangi bir
ilişkileri yoktur.
Peki, türban gericiliğin neresinde duruyor? Cevap net: Tam
göbeğinde duruyor. En önemli yaşam alanı. Türbana karşı olmayı ikircikte
bırakan şeylerin en önemlisi türbanı sadece kadınların takmasıdır. Yani burada
da kadınlara karşı bir çifte standart uygulandığı kafaları bulandırmaktadır. Erkek
de aynı zihniyetteyse neden sadece kadının pratiği mücadele konusu oluyor diye
düşünülmektedir. Bu yaklaşım liberal ve temelsiz bir yaklaşımdır. Kamuda
türbanın serbest olması psikolojik bir eşiktir. Ve de sormak gerekir: Sınıf için
karanlık anlamına gelen gericiliğin kimden geldiğinin ne önemi var? Bu gericilik
planlı, programlı, örgütlü, kadınlı ve erkekli hareket ediyorsa ona karşı
bütünlüklü bir şekilde karşı durmak gerekmez mi? Örgütlü hareket ettikleri her
türlü açık ve net olan bu kadınların ve bu erkeklerin kimsenin yaşam tarzına
saygı duymadıkları ve gericiliği tek alternatif haline getirmek istedikleri
görülmüyor mu? O zaman gericiliğin her türlüsüne ve onun en önemli
pratiklerinden biri olan türbanın kamuda kullanılmasına karşı durmak gerekir. Aslında
kötü olan ama iyi gibi görünen haber de şudur: AKP Türkiye’sinde gericilik
hayatın her alanında kendisini gösteriyor. Yani “salt” türban karşıtlığı yapmak
zorunlu değil. Ama tekrarlamak gerekir ki kamuda türbanın kullanılması şu
aralar en önemli gündem maddesi ve ona karşı net bir tavır almak gerekiyor.
Bir de türban takan kadınların duygularında samimi oldukları
veya bazılarının samimi oldukları dolayısıyla onların haksızlığa uğrayacakları
kafaları bulandırmaktadır. Herhalde işçi sınıfına mensup türbanlılarla
ilgileniyoruz. Bir insanın tarihsel çıkarlarıyla duyguları arasında ciddi bir
açı varsa ne yapacağız? Ne yapalım duygular öyle hissediyor diyerek tarihsel
çıkarları çöpe mi göndereceğiz? Bu duygular müdahale edilmiş duygular olamaz
mı? Kişilerin kendi kendilerine objektif şartlar altında geliştirmiş olduğu duygular
mıdır yoksa koşulların belirlediği yani ideolojik altyapısı olan duygular
mıdır? Bu koşullar bugün tamamen hangi ideolojinin tekeline bırakılmak
istenmektedir? Siyasal İslam’ın toplumsal yapıya tamamen egemen olduğu
koşullarda duygular da tamamen çalınmış duygular olacaktır. Hiçbir kadın veya
erkek İslami yaşam tarzından başkasını göremeyecek ve ona teslim olacaktır. Bize
de sınıfın ruhuna El-Fatiha okumak düşecektir.
Eğitim-Sen ne yapmalıdır? AKP kadın kolları başkanı veya Eğitim-Bir-Sen örgütlenme sekreteri gibi konuşmamalıdır. Bütün liberal zevzekliklere kulak
tıkamalıdır. İçeriği boş “özgürlük” ve “demokrasi” teranelerini yutmamalıdır. Karanlığı
özgürlük diye yutturmaya çalışıyorlar çünkü. Herkese özgürlük dersek bilmeliyiz
ki pratikte bu sadece egemenlere özgürlük anlamına gelecektir. Türkiye’nin
ilerici birikimine güvenmeli ve kamuda her türlü dinsel simge, söylem ve
ritüele karşı olduğunu net bir şekilde ifade etmelidir. Bunu yaparsa etrafında
önemli sayıda destekçi bulacağı, toplumdaki rahatsızlığa önderlik edebileceği
muhtemeldir. Halkımızın değerleriyle karşı karşıya gelmeme düşüncesini terk
etmelidir. Olaya tarihsel bakılıyorsa bunun halkımızın hayırına olacağı bilinmelidir. Eğer tarihsel bakılmıyorsa halkımızın aydınlık değerlerinin de olduğu göz
önüne bulundurulmalıdır.
Etiketler: 4+4+4, Bolşevik devrimi, burjuva ideolojisi, burjuvazi, Eğitim Sen, eğitimde gericileşme, işçi sınıfı, Kuzey Kore, Küba, laiklik, liberalizm, Paris Komünü, siyasal İslam, Sovyetler Birliği, türban