Bu yazı, Çağrı Kınıkoğlu tarafından yazılmış ve 5 Temmuz 2013 tarihinde soL gazetesinde yayınlanmıştır.
Devrimci sanatçılar, devrimin
sanatçıları bir adım ileri!
Geri düşmemek için ileri
sıçrama zamanı
Kırmızılı Kadın (Gene Wilder)
filminin Türkiye uyarlaması Aşik Oldum’da (Ertem Eğilmez) Şener Şen’in
eğlenceli yorumuyla canlandırdığı Şakir karakterini hatırlayanlar vardır. Kendi
halinde reklam ajansı çalisani Şakir, bir reklam için ajansa gelen bir mankene
tutulup, gençlik sevdasına kapılıyordu. İlk yaptığı şeylerden biri alışverişe
çikmak ve kendine cart kırmızı bir mont ve güneş gözlüğü almaktı.
Sahne acıklı ama çok
eğlenceliydi… Başbakan havaalanı mitinginde benzer bir nedenle, genç ve dinamik
görünmek için mi kareli ceket giydi orasını ben bilemem haliyle… Ama şu açık ki
süre giden Haziran Direnişi sağcılarda benzer bir etki yarattı. Murat Menteş
gibi tıynetsizler zaten uçuk kaçık - acar edebiyatçı numaraları yapıyordu bir
süredir; şimdi kazık kadar adamlar (kadınlar pek yok, evet) “lanet manet ama
biz de twitter kullanabiliyoruz, espri yapabiliyoruz, ilericilerden geri kalır
yanımız yok” kanalına girdiler epeydir.
Buradan bir şey çikmaz.
Biz bu nedenle kendimize
bakalım; mücadelemize bakalım…
Haziran Direnişi simgesel
değil, niteliksel anlamda nasıl sıçramalara, dönüşümlere gebe olabilir,
özellikle de sanatlar alanında?
Öyle ya, bu direniş süreci
aslında epeydir ortalıkta olan iletişim biçimlerinde zengin bir sıçrama
yarattı: Sanatın kendisini aynı zamanda bir iletişim mecrası olarak düşünürsek,
duvar yazıları, tweet’ler; videolar, filmcikler; slogan ve şarkılar biçiminde
yansıyan ve etkin olan ifade biçimleri kapladı ortalığı, özellikle de sosyal
medyayı. Duvar yazıları, tweet’ler edebiyat değil ama bir tür edebiyat; eylem
anlarını tekil planlar veya kurgulanmış filmcikler halinde paylaşmak sinema
değil ama bir tür sinema; melodik sloganlar, türküler ve popüler şarkılardan
uyarlanan şarkılar da bir tür müzikal yaratı niteliğinde…
Bu manzara nasıl
soyutlanabilir, nereye taşiyabilir, nasıl girdilerde bulunabilir sanatlara?
Şu söylenebilir: Toplumsal
muhalefetin ve politizasyonun kültürel alana yansıması olgusu, hiç de yeni
değil. Mayakovski’nin afiş çalismalari, 1920 ve 1930’ların Sovyet sinemacıları
ve Fransız komünist sinemacılar kuşağının ajitasyon ve propaganda filmleri,
Heartfield’in fotomontajları, 1940’ların marşları ve şarkıları, haber filmleri,
Küba Devrimi’nin ardından 1960’larda patlama yapan muhteşem Küba poster-afiş
çalismalari, bu yansımanın örneklerinden bir kaçı yalnızca.
O zaman bir tür güncellik
fetişizmine kapılmadan, güncelliği nitel bir sıçrama ile buluşturma
olanaklarını kurcalamalı.
Bu yazıda temel olarak sinema
ekseninde kısmen genelleme, kısmen soyutlama, kısmen spekülasyon alanına
girelim ve tartışmayı deneyelim…
Direniş sinemaya ne
bırakmayacak?
Buradan başlanabilir:
Türkiye’de sinema, 1990’ların ortalarından itibaren açılan kimi sayfaları
kapatmak durumunda artık.
Yaklaşik yirmi yıla yayılan
bir şekilde ve artık şablonlaşmış “festival filmi konsepti” bu sayfalardan
biri. Neredeyse reçete düzeyinde ifade edilebilir hale gelen “ezilmiş, canı
çikmis, kültürel kimlik çatismalari yaşayan yalnızlaşmış bireylerin hikayeleri”
hem bu memlekette, hem de galiba dünya ölçeginde artık karaya oturmuş durumda.
Böyle bireyler yok muydu? Milyonlarcası vardı; problem bu değil: Problem, bu
milyonların, yalnızca bireyler düzleminde ele alınmaları ve asla aşamayacakları
duvarlara toslamalarını göstermekteydi. Ademi merkeziyetçi post-modernist
ideoloji, destek, fon, ödül mekanizmalarıyla sadece bu hikayeleri talep etti.
Bu bireylerin belirli iktisadi-sosyal-tarihsel mekanizmalar boyunca ve sınıf
aidiyetleriyle ele alınması yaklaşimının kendisi, kadife eldiven içindeki demir
el tarafından sinema alanından dışlandı.
Bir başka sayfa “taşra”
sayfasıdır. Kentle başa çikamayan, kenti analiz edemeyen, kenti bir ögütme
mekanizması olarak kavrayan aydın, yüzünü taşraya döndü. Temiz, namuslu, saf,
iyi olan ne varsa temsilcisi olduğu varsayılan taşra, kentte kirlenmiş bireyin
arındığı bir alan olarak sinemanın gündemine girdi. Bu devirde kapitalizmden
azade bir kasaba-köy ortamının bulunamayacağı, bu mekansal örgütlenmenin
kendisinin de tarihsel bir ilericilik-gericilik çatismasinin, sınıfsal
ayrışmaların zemini olduğu görmezden gelindi. Aynı fon, ödül, destek
mekanizmaları, başka bir kavrayışı dışladı.
Bir başka sayfa ise, ister
belgesel, ister oyunculu sinema alanında olsun, dramatik yapıyı “birey”
üzerinden kurmak ile açıldı. İnsanı küçülten ve alçaltan tüm ilişkiler,
süreçler, mekanizmalar, sanki başka türlüsü olamazmış gibi, illa ve mutlaka
dramatize edilen bireylerin hayatları ekseninde işlendi. Bunun en büyük bedeli,
sanatsal ifadenin ortaklaştırıcı, paylaştırıcı nosyonlarından uzaklaşması oldu.
Daha önceki kimi
yazılarımızda değindik ama bir kez daha vurgulayalım: Türkiye’de sinema, önemli
yapımlar ortaya koydu. Güncel geçmişe baktığımızda elimizde değersiz ve sadece
iç karartan bir takım filmlerin ötesinde üretimler var. Ancak bununla birlikte
eğilim ve yönelimlerin ağırlığı, kendi içine kapanıp mutsuzluk ve umutsuzluk
saçan, seküler-aydınlanmacı-özgürlükçü, eşitlikçi bir yaşam özlemiyle bağları
neredeyse tamamen kopmuş bir sinemaya işaret ediyor.
Türkiye’de Haziran Direnişi,
bölgede Suriye halkının direnişi, Mısır toplumunun direnci; Avrupa’da sokağa
çikan gençler ve yoksullar; Latin Amerika halklarının direnci, dünya-tarihsel
önemde bir kırılmanın/sıçramanın artık sinemacıların gündemine girmesine alan
açıyor. Nesnellik, bu anlamda öznellige ancak böyle çagrida bulunabilir…
“Yeni” arayışı yeter mi?
Yetmez.
Çok kestirmeci bulunabilir
ama bu kadar.
Estetik tercihler,
sinematografik çözümler, dramaturjik yaklaşimlar: Bir kez daha ortaya çikti ki,
sanatçı, kendi çaginin insanıdır. Çagini nasıl yaşar ve kavrarsa, yapıtını da
öyle biçimlendirir. Geleceğe dönük hayaller kuramayan, ideolojiyi ve ideolojik
olanı reddeden, örgütlenme ve siyaset ile arasına mesafe koyan sanatçı, görünen
o ki değil bağımsızlığını korumak, tam tersine, egemen ideolojinin attığı
düğümleri çözmeye çalisan bir Sisifos’a dönüşüyor.
Bir çikarim şu olabilir:
Kendinin ve çaginin bilincine varmak, sanatçının artık kaçamayacağı bir görev
ve sorumluluktur.
Buradan şu noktaya
yönelebiliriz: Yeni biçim, yeni içerik, yeni bir görme biçimi bulmak demektir.
Yeni bir görme biçimi bulmak ise, kendi başina sanat tarihi ve içbükey sanat
tartışmalarından değil, yeni bir insanı, yani yıkıma ve zulme direnen insanı
yaratma, onunla omuz omuza durma, koluna girme çabasinin ürünü olabilir. Bu ise
apaçık siyasi-ideolojik bir eylemliliktir. Brecht’in ifadesiyle söylersek, bu
eylemlilik, insanı kendi tarihinin hem nesnesi, hem öznesi olarak görmektir. Bu
eylemliliğe açık olmak, bir başka çikarim olabilir.
Şöyle bitirmeye çalisalim:
Haziran Direnişi, farklı
toplumsal kesimlerin, farklı kültürel kimliklerin, farklı yaş gruplarının ve
kuşakların, “üç-beş ağaç meselesi”ni aşarak ortak bir eylemlilik içinde
devinebileceğini (tarihsel olarak, bir kez daha) gösterdi. Birlikten kuvvet
doğacağını yaşadı, gördü. Şimdi mesele bunun diyalektik karşitını da hayata
geçirmekte. Bu dinamizmin nereye evirileceği, bu sefil düzen yıkılınca yerine
ne kurulacağı, bu defa kuvvetten doğacak bir birliğe ihtiyaç duyuyor:
Doğrultusu, talepleri, yönü net ve güçlü bir örgütlülük. Birliği ve mücadeleyi
daha üst bir düzlemde yeniden-üretecek olan budur.
“Yeni” olan işte tam da bu
mücadelede şekillenecek.
Etiketler: Çağrı Kınıkoğlu, Devrimci sanat, Devrimci sinema, Sinema, sol gazetesi, tetikçi sanat, tetikçi sinema