Daha önce de yazmıştım, faşizmi ırkçılığa indirgeyen, birisinin birisine zorla bir şey yaptırması şeklinde kodlayan, onunla sermaye sınıfı arasındaki bağı kuramayanları ciddiye alamıyorum. Faşizm üzerine güzel bir yazı. Marksist Leninist Araştırmalar Merkezi'nin üretimi.
(Alm. Faschismus; Fr. Fascisme; İng. Fascism; İtalyanca
Fascismo. Latince’de demet, sağlam olsun diye sıkı sıkı sarılmış bir grup
çubuktan oluşan sopa anlamına gelen Fascis’ten)
Kapitalist üretim tarzında sermayedar sınıfının toplumsal
tahakkümünün kendini yeniden üretmesini sağlayan devlet aygıtının bu tahakkümü
genellikle ağır krizler sonucunda baskıcı karakterini güçlendirmesi ve açığa
çıkarmasıyla ortaya çıkan rejimlerin ortak adıdır. Başlangıç haliyle 1920’lerde
İtalya’da aynı anda güçlenen milliyetçilik ve otoriter-devletçi sendikacılık
hareketinin senteziyle ortaya çıkan, yerel örgütlenmelere dayanan militarist
bir siyasi akımdır. İtalyan rejiminin kendi adlandırması olmakla birlikte diğer
benzer rejimlerde “faşist” adlandırması, daha çok muhalefet tarafından
hakaretâne bir içerikle kullanılmış, zamanla daha geniş bir dizi ortak
özelliklere sahip baskı rejimine başta sol hareketler tarafından verilen isim
haline gelmiştir.
Faşizm tartışmaları, dünya sosyalist hareketinin
tarihinden bağımsız olarak ele alınamaz. Bunun üç nedeni vardır. Birincisi
faşizm, bir kapitalist devlet biçimi olarak burjuva (sermaye) demokrasisinin
karşıtı ayrı bir rejim biçimi değildir. Faşizm ve Nazizmin anti-komünist
karakterini iyice bileyip Sovyetlere karşı kışkırtma stratejisi, dönemin tüm
kapitalist devletlerinde rejimlerde benzer sertleşmelere yol açmıştır. ABD ve
İngiltere’deki hükümet politikalarının Faşizm ve Nazizm ile sayısız ortak
özelliklerini inceleyen pek çok çalışma mevcuttur.
İkincisi faşizm, en açık karakterini dışarıda
SSCB’nin sermaye sınıfını en çok korkuttuğu dönemde, içeride de devrimci
kalkışmaların ve işçi sınıfı siyasetinin geri çekilme dönemine girdiğinden emin
olunduğu dönemlerde kazanmış, Büyük Sovyet Savunması ve Zafer sonrasında
gelişkin kapitalist ülkelerde aşamalı olarak gündemden kalkmıştır.
Sonrasındaki baskıcı rejimler, düz askeri
diktatörlüklerle muhalefeti kontrollü olarak ve hedef gözeterek ezen
demokrasiler arasında geniş bir skalada ve Soğuk Savaş’ın kutupları arasındaki
mücadelenin ciddi ve doğrudan etkileri altında tezahür etmişlerdir.
Üçüncüsü de faşizm tartışmalarının üç farklı
dönemde farklı içerik, öncelik ve kavramsallaştırmalarla yürütülmüştür. Önce
Bolşevik Devrimi’nin Avrupa’da yayılma ihtimali olduğu dönemde, sonra bu ihtimalin
ortadan kalktığı, Almanya’da Nazi Partisi’nin iktidara geldiği ve tek ülkede
sosyalizmin korunmasının uluslararası sosyalist hareketin birincil hedefi
haline geldiği dönemde ve nihayet en sonunda Sosyalist Bloğun emperyalizmi
geriletme gücü kazandığı Soğuk Savaş ve Detant dönemlerinde.
Bu karmaşık evrim sonucunda faşizm terimi,
1922’den itibaren Mussolini’nin İtalya’da yarattığı ve Nasyonal Sosyalistlerin
Almanya’da daha güçlü bir varyantına dönüştürdükleri diktatörlük biçiminin
karakteristik özelliklerinden çok; 1917 devrimine karşı krizdeki gecikmiş
tekelci kapitalist devletlerin İngiltere-ABD öncülüğündeki emperyalist merkezin
de aktif kışkırtmasıyla ortaya çıkardığı bir saldırgan kapitalist rejim tipi
olarak görülmelidir.
İtalya'da milliyetçiliğin sendikaları teslim
aldığı dönem, devrimci işçi hareketinin geri çekilme dönemiyle örtüşür. Ortaya
çıkan baskıcı ve güçlü bir devlet anlayışıdır. Muazzam ordunun finansmanı,
patronların vergilendirilen aşırı kârlarından gelmektedir. Karşılığında sendikalar,
işçiye patron için değil, devlet için çalışmayı vazetmekte, büyük devlet
siparişleri ve artan sömürü oranları, ilk başta fedakârlığa davet edilen
patrona ekstra kâr olarak geri dönmektedir. Bunun adı korporatizmdir.
Kapitalizm yine işler, ama işçi devletin yüce amaçları için sömürülür, patron
da aynı amaçlar için kâr eder. Pasta ise seferberlik koşullarında hızla
büyümekte, orta sınıflara da büyüyen bir artı-değer payı yaratan bir fetih
ekonomisi devreye girmektedir. Mussolini rejiminde patronların maruz
bırakıldıkları seferberlik, Hitler rejimine göre çok daha güçlü olmuş ve hemen
tüm artığa el konmuştur. Ancak bu, tek başına ileri sürülen rejim farklılığı
tezlerine yeterli dayanak oluşturmaz. Almanya’nın sermaye birikimi,
tekellerinin ve savaş aygıtının boyutu İtalya’ya oranla çok daha büyüktür. Bu
anlamda tekellerin korporatist devlet karşısında minimal bir direncinden söz
etmek mümkündür.
Siyasal açıdan ise faşizm, işçi sınıfı
hareketinin yükselişini kesmek için devreye giren bir yönetim biçimi değildir.
Tersine sınıf hareketinin yenildiği ve geri çekilmekte olduğu dönemlere denk
düşer. Faşist devlet, kapitalistlerin bu üstünlük döneminde daha dolayımsız bir
iktidar arayışına girmelerinin bir sonucudur. Clara Zetkin’in özlü tanımlaması
ile söyleyecek olursak “faşizm, proleter devrimi gerçekleştirememiş
proletaryanın çekmeğe mahkum olduğu cezadır.”
Komintern’in Hitler’in iktidara yükseldiği 1933
yılından sonra özellikle Dimitrov önderliğinde formüle ettiği “Faşizme Karşı
Birleşik Cephe” tezlerinde en kritik zaaf, faşist rejimin büyük sermaye ile
yaptığı kontratın, iktidarın kapsamını daralttığı ve mülk sahibi birçok kesimle
ittifakın mümkün hale geldiği saptamasıdır. Halbuki militarizmin temel karakter
olduğu faşist rejimlerde askeri siparişlerin ve diğer devlet harcamalarındaki
aşırı artışın, sınıfın daha zayıf kesimleri açısından cazip bir havuç, yani
onay sebebi haline geldiği görülür. Irkçılık, çete saldırıları ve yoğun
baskının yarattığı korku da buna eklenince mülk sahibi ve orta sınıfların faşistleşen
rejime şaşırtıcı hızla nasıl onay verdiği, tarih-edebiyat metinlerinde ve
sinemada sıkça işlenmiş bir konudur.
Diğer eleştiri, faşizmin devrimci mücadele
açısından daha elverişli koşullar yarattığı ya da güncel dinamikleri devrimci
duruma daha fazla yakınlaştığı tezlerinin ileri sürülmesidir. Kapitalizmin
Büyük Buhran’ı, Sovyetlerinse aynı anda rekor kentleşme ve üretim artışını
yaşadığı bir dönemden geçilmesinin Avrupa solunun özgüvenini biraz şişirmiş
olduğu söylenebilir.
Hem faşizmin daralan temsil tabanı tartışmaları
hem de faşist iktidarların halk düşmanı karakterleri nedeniyle devrilmelerinin
daha kolay olmasıyla ilgili tartışmalar, Komintern politikalarının eleştirileri
ve savunularının gölgesinde kalmış,Türkiye ve Dünya solunun gündeminde bir
türlü hak ettikleri önemi kazanamamışlardır.
Militan tabanlarını ve yandaş sermayeyi eş
zamanlı olarak örgütleme ve harekete geçirme yeteneğine ulaşan faşist
partilerin muhalefette yükselişleri boyunca ekonomik ve siyasi krizleri
kullanma-yönetme becerileri de ibret vericidir. Ama son kertede büyük
burjuvaların bu eli kanlı insanlık düşmanı rejimlere ortak onayı uluslararası
mali sermayenin anti-komünist güdüleri ve teşviki olmaksızın vermesi
imkansızdır.
Mussolini ve Hitler rejimlerinin en önemli diğer
ortak özelliği krizzede lümpen-proletaryanın örgütlü ve militan desteğidir.
Çeteci, grev kırıcı ve ırkçı militanlar olarak kullanılan kent ve kır
yoksulları, ultra-milliyetçi söylemin de temel kitle desteğini oluşturur.
Almanya örneğinde ırkçılık biraz daha ön plandayken daha karışık bir etnik
tablo oluşturan İtalya’da coğrafi milliyetçilik hakimdir. İtalya’daki
yükselişin milliyetçi sendikacılık üzerinden, Almanya’daki yükselişin ise
Yahudileri “başta komünizm ve liberalizm olmak üzere tüm felaketlerin temel
kaynağı” olarak gösteren Nazi Partisi üzerinden şekillenmesi farklılığın
temelini oluşturur. İspanya’daki diktatörlüğünü 1970’lerde ölünceye kadar
sürdüren Franko ise ilginç bir şekilde bir Yahudi dostudur. Soykırımdan kaçan yüzbinlerce
Yahudiyi kurtarmış, ikinci dünya savaşında tarafsız kalmış, fakat halk
düşmanlığında “faşist ağabeylerinden” aşağı kalmamış bir diktatördür.
İspanyolların Nazi ordusuna Sovyet işgaline katılmak için girmesini serbest
bırakan, diğer cephelerde savaşmak üzere girmeleriniyse yasaklayan
düzenlemesiyle ün yapmıştır.
Nazizmin antikomünist kimliğini antisemitik
kimliğiyle gölgeleyerek antisemitik olmayan faşizm versiyonlarını aklamaya
çalışmak sıkça görülen bir burjuva ideolojik refleksi olmuştur. Ancak Franko
rejimi, faşist rejimlere örnek olarak gösterilen üçüncü saf diktatörlüktür ve
ana karakterini antikomünizm oluşturur.
Sovyetlerin Anayurt Savunması ve büyük zaferiyle
“katışıksız” dönemi fiilen sona eren faşizm, varlığını çeşitli melezlenmiş
versiyonlarıyla soğuk savaş döneminde ve özellikle NATO sponsorluğunda
sürdürmüştür. Almanya’nın yenilgisiyle Nazi savaş suçlusu komutanlar, başta
Latin Amerika olmak üzere çeşitli ülkelere sığınmış ve kirli faaliyetlerine
NATO’ya nükleer-kimyasal-biyolojik silah geliştirme, roket teknolojisi, işkence
teknikleri, istihbarat ve sızma yöntemleri gibi önemli konularda katkıda
bulunmuşlardır.
Bu miras, Sovyetler Birliği’nin 1960’larda
kapitalizme karşı askeri, ekonomik ve teknolojik olarak üstünlük kurmaya
başladığı dönemlerde devreye giren NATO komutasındaki kirli faşist operasyonlar
için büyük bir birikim olmuştur. 1970’lerde Latin Amerika ve Afrika’da kurulan
diktatörlükler, ve tabi Türkiye’deki 12 Eylül rejimi, sadece kurdukları baskı
aygıtlarının benzerlikleri açısından değil, siyasi yöntemlerinin benzerlikleri
ve aldıkları danışmanlıkların kökeni açısından da faşist olarak adlandırılmayı
hak ederler.
12 Eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de
faşizm-oligarşi tartışmaları genellikle sığ bir Marksizm ve Avrupa siyasal
tarihi donanımıyla yürütülen ve güncel konumlanışların belirlediği kanallarda
ilerlemiştir. Kavramın aşırı genelleşmiş ve aşağılayıcı anlam yüklenmelerinden
sıyrılmasının zorluğu bugün de gündemdedir. Bu konunun önemi, faşist bir
yükseliş esnasında karşı cephenin bileşenlerinin ne olması gerektiği
tartışmasının hiç bitmeyecek olmasından kaynaklanmaktadır.
Ancak darbenin hemen öncesinde yürütülen sivil
faşizm tartışmaları, hem faşizmin geri çekilen işçi hareketine bir ceza
olduğunu doğrular nitelikte, hem de sokaktaki vahşi saldırıların yarattığı
korkunun yarattığı körelmenin sonuçlarını sergiler vaziyettedir. Faşizme karşı
en geniş cephe önerisi, Türkiye solunu o güne kadarki kazanımlarından ve
hedeflerinden hızla vazgeçiren, sınıfsal bakışını ve iktidar perspektifini
tümden gündemden kaldıran ve birçok noktada örgütsel likidasyonun önünü açan
sürecin hem sonucu, hem nedenlerinden biri sayılabilir. Sokak terörünün, yani
devlet destekli çete saldırılarının artmasının uluslararası sermayenin Türkiye
solunun yükselişine karşı yürüttüğü bir operasyon olduğu sonucuna varamayan ana
aktörler, siyasi iddialarının tümünü Ecevit destekçiliğiyle söndürerek gerçek
faşizme, yani 12 Eylül rejimine cesaret vermiş oldular.
Dünya solu, demokrasiyi, baskının perdelendiği, faşizmden
farksız bir rejim olarak sunma hatasına bir daha düşmeyeceği bir birikim
sağlamıştır. Diğer yandan tekelci mali kapitalizmin günümüzde gelip dayandığı
gelişkinlik seviyesinde “demokrasi” kavramının ezilen sınıfların çok daha fazla
uzağında konumlandığı tartışılmaz bir gerçektir.
Bir kapitalist devletin ne derecede demokratik,
ne derecede baskıcı olduğu, sadece ortalama olarak temel özgürlüklere ve
örgütlenme özgürlüğüne bakılarak saptanamaz. Biçimsel olarak demokratik
rejimler bile yoksulların piyasa tarafından özgürlüklerinin kısıtlanmasını
içerebilir. Örneğin, İstanbul gibi bir işçi nüfusu yoğun olan metropolde beş
kişilik bir ailenin her hafta sonunda orta mesafede bir yere toplu taşıma
araçlarıyla gezmeye gidip dönmesinin sadece ulaşım masrafı, bir aylık asgari
ücretin yaklaşık yarısıdır. Yurtdışı ya da yurt içi seyahat özgürlüğü bir yana,
şehiriçi seyahat etme özgürlüğünden bile söz edilemeyecek bir noktada evine
kapatılan emekçi ailesi, büyük sermaye denetimindeki çürümüş televizyon yayınlarına
mahkum kalır. Böylece seyahat, eğitim ve kültürel özgürlükler, açık baskıcı bir
rejimin yol açabileceği bir biçimde kısıtlanabilmektedir.
Etiketler: faşizm