25 Kasım 1991’e gidiyoruz.
26 Aralık 1991’te çok önemli bir şey oluyordu, Sovyetler
Birliği resmen dağılıyordu ama ortaokul ikinci sınıf öğrencisi olan Baran Doğan
kişisinin o sıralar aklı çocuk klozeti seviyesindedir. Siyasal gelişmelerin
önemini yıllar sonra kavrayacaktır.
O tarihte olanlara bakacağız. Hem o çocuğun karmaşık
duygularını okuyacağız hem de yine o çocuğun perspektifinden Türkiye toplumunun
bir fotoğrafını çekeceğiz.
E, HERILT YANİ!
Bunun ne olduğunu biliyorsanız orta yaşlısınız demektir.
80’li yılların sonu 90’lı yılların başı siyaseten çok kötü dönemler ama çocuk
olmak için ilginç bir dönemdi.
80’ler kapkaranlıktı. Ezginin Günlüğü’nün “yetişmiyor sana
sözüm / Bekliyorum gelmiyorsun” şarkısı gibi. Ülkenin üzerinden silindir gibi
bir gerici ideoloji geçmiş. Turgut Özal’ın mimarı olduğu pespayelik,
kalitesizlik, dandiklik toplumu esir almış ve AKP cennetini hazırlamakla
meşgul. Yerli sinema berbat. Arabesk altına çağlarını yaşamaya devam ediyor.
Pop müzik günümüzdekinin on katı daha iyi durumda ama…
Ankara’nın Etlik semtindeyim. 19 Mayıs Ortaokulu’na
gidiyorum.
Daha önce de hoşlandığım kızlar olmuş ama somut olarak
hiçbir şey olmuyor. Uzaktan hoşlanıyorsun. Şimdi ilkokul öğrencileri sevgili
oluyorlar ve birbirlerine “canım” diyorlar. Bunu, küçümsemek için söylemiyorum.
O yıllarda mümkün değil. Sosyal medya yok. Telefona başvuruyorsun, bağlanması
için uzun süre bekliyorsun.
Flört platformu gerçek bir er meydanı. Tüm varlığınla kızın
(veya oğlanın) karşısına çıkacaksın. Okuldaki bir milyon çift göz sana bakacak.
Kızı (veya oğlanı) ikna edeceksin.
Veya…
Benim yaptığım gibi araya aracı sokacaksın. Göz kırpmak
smiley’si. O zaman da herkes bilecek mevzuyu. Reddedilirsen ayvayı yersin. Bir
reddediliş, yakın gelecekteki flört kariyerini oldukça olumsuz etkileyecek.
Dolayısıyla çok stratejik hareket etmen gerekiyor. Seçimi
çok iyi yapmalısın ve kazanmalısın.
Yeni yeni flört olayından haberdar olduğum zamanlardı.
Flörtün adı dönem dönem değişmiştir. Koskoca ülkeyi yöneten
bakan Cemil Çiçek’e göre “flört fahişeliktir”. Günümüzde adı “çıkmak”tır. Bir
aralar “konuşmak” idi. Ne garip değil mi? Konuşuyorlarmış!!! İki yüzlü ahlak
anlayışına sahip ülke, kadının “namusunu” kurtarmak için çiftlerin hiçbir şey
yapmadığını ama sadece “konuştuklarını” iddia ediyor. 1991 yılı allaan
Ankara’sında bu işin adı “arkadaş olmak” idi. Bunun için de “arkadaşlık” teklif
ederdiniz.
Etrafımda böyle şeyler olduğunu görünce harekete geçmek
istedim. Çok fazla örnek yoktu aslında. Ortaokul üç öğrencisi olan ama
defalarca kez kalmış olan “belalı” Ayhan, yine ortaokul öğrencisi olan popüler
Cemile’ye “arkadaşlık” teklif etmişti ve dünya yerinden oynamıştı. Hatta
Sovyetler Birliği’nin bile bu yüzden dağıldığı söyleniyordu.
Hafızam çok iyidir bu arada. Bütün gereksiz ayrıntıları
hatırlarım.
Sonra bizim arkadaş grubumuzda Ali Kerim de Serpil’e
arkadaşlık teklif etmişti. Hatta onun için Aşkın Nur Yengi’nin “Serserim Benim”
adlı şarkıyı söylerdi hep. Ali Kerim de gerçekten serseri birisiydi.
Bizim grup derken, biz öyle 15, 20 kişi beraber okula gidip
gelirdik. Öğlenciydik. Öğlenci olmak çok güzeldir. Öğretmenlik hayatım boyunca
da öğrenciliği tercih ettim çünkü sabah zorla kalkmaktan daha çok nefret
ettiğim şey yoktur.
O grupta “yan apartmandaki Burcu” vardı.
Yazının görselinde görüyorsunuz. Çocukken tuttuğum günlükten
bir sayfa o.
Sarışın bir kızdı. Güzeldi kesinlikle. Renkli, güler yüzlü,
enerjik bir tipti. Kendisine güveni tamdı. Dikkat çekmek için toplamda ne
gerekiyorsa hepsine sahipti. Biraz şımarıktı. Dikkatimi çekti.
Şu arkadaşlık teklifi işini onun üzerinde denemeye karar
verdim.
Diyalogumuz vardı. Yazı mahalleye taşınmışlardı.
MAHALLE TOPLUMSALLIĞI
Fırsatı bulduk hemen toplumsal girdiyi yapalım. Şu anda
Türkiye’de büyük şehirlerde biraz uzatmaları oynayan bir şeydir mahalle
kültürü. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi fizikseldir. Site tip yerleşim
yerlerinde mahalle kültürü oluşmuyor. Mahalle kültürünün oluşması için lazım
olan boş alan neredeyse kalmadı. Ayrıca çocukların dünyalarını kaplayan müthiş
bir elektronik devrim oldu (karşı devrim de olabilir duruma göre). 80’li
yılların mahalle kültürü uzatmaları oynuyor.
O mahalleye yeni biri gelirse hemen herkes tarafından
tanınırdı. Asosyallik gibi bir şey pek olabilemezdi. Burcu da mahalleye
taşınınca dikkatleri üzerine çekmişti. Popüleriye kazanmıştı. Benim popülarite
de fena değildi bu arada.
Okula beraber gidip gelmeye başladık. Grupça.
O gidiş gelişlerde ufak tefek yazılmalar. Laf çarpmalar.
Jestler, mimikler, olaylar olaylar olaylar…
Düğmeye basmaya karar verdim ama cesaretim yoktu. Onun
karşısına çıkıp “sana arkadaşlık tekli ediyorum” demeye cesaretim yoktu.
İkinci şık yani aracı bulma işine yöneldim. Bu iş için
seçtiğim kişi o zamanlar değil ama sonra yıllarca hayatımdaki en önemli
insanlardan biri olacak olan Bilal idi.
25 Kasım günü bu işi Bilal’e anlattım. Tarihi nereden
hatırlıyorum? 24 Kasım Öğretmenler günü pazara gelmişti. O yıllarda öğretmenler
günü okulca kutlanıyordu. Bir gün sonra yani pazartesi günü kutlanmıştı. Oradan
hatırlıyorum yani o kadar da manyak değilim.
Kutlama oldu ve Bilal harekete geçti. Ben de bir ormanda
bekliyordum. O yıllar dediğim gibi her yerleşim yerine yakın bir yerlerde doğal
bir alan vardı.
KABUL ETTİ
Bilal bisikletiyle son sürat geldi ve kabul ettiğini
söyledi.
Şimdi ne yapacaktık?
“Arkadaştık” artık.
Biraz müziklerden bahsedelim. Sezen Aksu “Gülümse” albümünü
çıkarmıştı. Ortalığı kasıp kavuruyordu. Oradaki “Hadi Bakalım” adlı şarkıyı o
dönemin AKP’si olan ANAP seçimlerde kullanmıştı. “Her Şeyi Yak” adlı şarkıyı
bir milyon kere dinlemişimdir. Aşkın Nur Yengi’nin “Serserim Benim”i
hatırlıyorum. Aslı infiali Yonca Evcimik yaratmıştı. Sezen Aksu, Nilüfer,
Kayahan falan tamam da 70’li yıllara ait olmayan yeni kuşak pop müzik fırtınası
Yonca Evcimik ve onun “Abone” şarkısıyla patlamıştı. Burcu “Abone”yi çok
dinliyordu. Ben her tarzı dinliyordum. “Can’t Touch This”, Michael Jackson
“Bad”, Dr. Ablan, Grup Vitamin…Ferdi Tayfur’un “Bana Sor”u tüm mahalleyi
inletiyordu. Bakkalın 18 yaşındaki oğlu Ahmet “ev kızı” Firdevs ile arkadaş
olduğu için tüm gün ona Ferdi Tayfur yayını yapıyordu. Ben de onun balkonda
olup olmadığını Ahmet’e rapor ediyordum. Bu arada ben hep 18, 17 yaş grubundaki
insanlarla takılırdım. Yaşıtım olan arkadaşım azdı mahallede.
Fatih Kısaparmak’ın “Kilim”ini çok dinlerdim. Lambada
albümünü almıştım. Nazan Öncel falan. Ahmet Kaya’nın “Resitaller” adlı
albümündeki muhabbetleri ezbere biliyordum: “Şimdi, hepimizin bildiği bir halk
türküsü söyleyelim mi? Odam Kireç Tutmuyor. Söyleyelim mi onu?”…
Muhabbet serilerini çok dinlerdim.
“Arkadaştık” artık.
Biraz da televizyondan bahsedelim.
Hayatımı televizyona göre ayarlıyordum. Ahmet Özal’ın
kurduğu Star1 adlı ilk özel televizyon sadece özel bir antenle izleniyordu.
Star1’i izleyebilmek için neler vermezdim? Burcu falan hikâyeydi. Bir gün o 17,
18 yaş grubu elemanlarla Kızılay Batı sinemasına gitmiştik. Sylvester
Stallone’nin “Cobra” filmini izledik ve benim yine feleğim şaşmıştı. Eve
gelmiştik. Annem artık her televizyonun Star1 izleyebildiğini söyleyince o
kadar mutlu olmuştum ki anlatamam. O yıllara denk gelen özel televizyonların
açılması Türkiye için ufak çaplı bir devrim iken o çocuğun dünyasında tarif
edilemez anlamlar ifade ediyordu. Terminatör filmini, Kibar Feyzo’yu, Tutti
Frutti’yi, A Takımı’nı, Bugs Bunny Show’u, Feldkamp Galatasaray’ını, Cruyff
Barcelona’sını, Naumoski’li Efes Pilsen basketbol takımını, Müjde Ar’ın “Gizli
Duygular” filmini unutamaz o yılların çocukları.
Yiyecekler ve içecekler: O yıllarda Ankara’da en adi
dönerler bile muhteşem tada sahipti. Döner, bir kebaptı ve özel bir şeydi. Sık
sık yiyemezdiniz. Şimdi fast fooda dönmüş durumda. Dün burada bir ortaokul
yanında yarım ekmek dönerin iki liraya satıldığını gördüm. Ankara’da pideler de
çok iyiydi. Türkiye’nin hiçbir yerinde olmayan bir tarzı var o pidelerin. Şişe
kola içmek çocukların en sevdiği şeylerden biriydi. Tüplü çokokrem falan…
“Arkadaştık” artık. Ne yapacaktık?
Ben kıza aşık olduğumu düşünüyordum. O da eşek değilse eğer
bana aşıktır. Okula beraber gidip gelmeye başladık. Grupça tabi. Okulda
“arkadaş” olan ilk insanlardan olduğumuz için epeyce ses getirdi bu olay.
Tanımadığım insanlar bana star muamelesi yapıyordu. Çok büyük bir iş
başarmıştım. Kendimi gerçekten bir halt zannediyordum. Bu arada ilginç bir
şekilde teklifler falan gelmeye başlamıştı bazı kızlardan. Popülarite had
safhadaydı. Bu popülarite beni Burcu’ya iyice bağlıyordu. Bencilce bir tutum
olabilir.
Kızın annesi çalışıyordu ki o yıllarda pek sık görülen bir
şey değildi bu.
Biz de okula gitmeden önce bir ki saatliğine onların evine
gidiyorduk. Daha dar bir grupla tabi. Ben vardım, Fikret isminde fırlatma bir
çocuk ve Gamze adında bir “tiki” kız. Oyunlar, eğlenceler, taklitler, danslar
falan filan. Körebe oyunu oynanıyordu. Fikret ebe olup da Burcu’yu kucaklayınca
kıskanıyordum.
Bir gün sesli bir şekilde “Abone” dinlenirken birden kapı
çalındı. Gümbür gümbür. Basılmıştık. Benle Fikret hemen odaya girdik. Odada ne
yapacağımızı bilemiyorduk. Somya denilen tek kişilik yataklar vardı o yıllarda.
Şimdi yok. Fikret somyanın altına girdi. Ben kabak gibi ortada kaldım. Terlik
sesi hızlı hızlı yaklaşıyordu. Kadın eliyle koymuş gibi ilk olarak o odaya
geldi ve bizi buldu.
“Sen miydin Baran?”
Evet bendim. Yan dairedeki güzel kadın bizi basmıştı. Müzik
sesinin fazlalılığından rahatsız olmuş. Şu anda ismini hatırlayamadığım bu
kadın o kadar güzeldi ki kocası onu bakkala bile göndermezdi. O da alışverişini
bana yaptırıyordu. Yukarıdan “Baraaan” diye bağırır, parayı atar ve siparişi
verirdi. Ben de götürürdüm. Şimdiden bakıldığında ne kadar tuhaf bir durum
değil mi? Vah zavallı memleketim kadınları vah!!!
“Fikret de burada!” O somyanın altına kaçtığı için
görülmüyordu ama onu da ihbar etmeliydim. Ödenecek bir bedel varsa gıcık
olduğum bu çocuk da ödemeliydi. “Tamam sorun değil, müziğin sesini kısın
yeter…”
Günler böyle gidip geliyordu. Hafta içi evde partiler
olurken hafta sonları da okulda kursa gidiyorduk. Benim kursum onlardan bir iki
saat önce bitiyordu fakat ben eve gitmiyordum. Tuvalette saklanıyordum ve
onların dersi bitince yine beraber mahalleye dönerdik.
Bir kere Gamze ile Fikret’i odaya gönderip Burcu’nun elini
tutmuştum. Yaşadığımız ilk ve tek erotik an buydu.
Pek sorun yok gibiydi. Benim kıskançlık krizlerim dışında.
Fikret yalamasına uyuz oluyordum. Çok sulu tavırları vardı bana göre. Zaten
Burcu’ya benden önce aşık olduğunu hepimizi biliyorduk.
“SENİNLE DALGA GEÇMEK İÇİN ARKADAŞ OLDUM”
Nasıl o yıllarda “arkadaşlık teklif etmek” ve “arkadaş olmak”
varsa bir de “seninle dalga geçmek için arkadaşa oldum” vardı. Herhalde tarihin
hiçbir yerinde hiçbir coğrafyada böyle bir tutum klişeleşmemiştir. O mahalledeki
o okuldaki kızlar hep ilişkileri bu sebeple bitirmeye başladılar. Sözleşmişler
gibi.
Ben her şeyin iyi olduğunu düşünüyordum. Tam da
hatırlamıyorum aslında. Bir gün teneffüste acı haber geldi. Bir aracı Burcu’nun
benimle ayrılmak istediğini çünkü benimle “dalga geçmek” için arkadaş olduğunu
söyledi.
Nasıl akşam oldu bilemiyorum.
Akşam yine o 15 kişilik grupla gidiyoruz.
Birden grubu durdurdum. “Durun!”
Herkes durumun farkında ve benim ne yapacağımı bekliyor.
Kıza döndüm:
“Sen şimdi benimle dalga geçmek için mi arkadaş oldun?”
“Evet!!!”
“Öyleyse bu Burcu dünyanın en adi orospusudur!”
Böyle…
Sonra o ağlayarak uzaklaştı.
Bir sürü özürler, ikna çalışmaları, af dilekleri falan.
Hiçbiri fayda etmedi.
Hatta birkaç gün sonra iki, üç arkadaşıyla bizim kapıyı
çalıp her şeyi anneme anlattılar.
Baran mağmada…
Kendisine ölene kadar çıkmamak üzere bir yer arıyor.
Bir de ona hediye olarak aldığım piyanolu kalemliği de
anneme verdiler.
Sonra yazın da biz taşındık zaten. Bir daha da görmedim
kızı.
Aslında gördüm.
Beş altı sene sonra Bilal’le dolaşırken yolda gördüm. Yolda
Gamze’yi gördük. Merhaba falan derken sırtını dönmüş olan kızın hiç bize
bakmadığını fark ettim. Gamze “bak Burcu Baran da buradaymış” dedi. Aramızda 40
santim falan var “Aa Baran, merhaba”. “Merhaba”. Bu arada “arkadaş” olduğumuzda
Burcu’nun boyu benden uzundu. O yaşlarda malum kızlar fiziksel olarak daha
gelişmiş oluyorlar. Yıllar sonra gördüğümde benim boyumun ondan uzun olduğunu
gördüm.
Böyle işte dostlar. Bu yaşananlar aklıma geldikçe
gülümserim. Bu yazıyı yazarken de çok eğlendim. Fonda Sezen Aksu’dan “Gülümse”
çalıyordu…
Not 1: Kendisi ile şu anda Facebook arkadaşı değilim. Elbette
bakmıştım ama yoktu.
Not 2: Ne yaptığıyla ilgili hiçbir fikrim yok. Üniversiteyi
kazanamamıştır çünkü tembeldi.
Not 3: O mahalle, o evler aynı şekilde Ankara’da duruyor ve
önünden geçmek zorunda kalıyorum her gittiğimde.
Not 4: Yazı çok uzun oldu, yazım yanlışlarını kontrol
edemeyeceğim.