Böyle diyor filmde.
Dünyadaki en olağanüstü şey devrim yapmaktır.
1917 Ekim’inde Rusya’da Bolşeviklerin yaptığı devrim de
olağanüstü bir şeydi. Bir de insanlığın bugüne kadarki en önemli işiydi.
Amerikalı gazeteci, yazar John Reed, o döneme birinci elden
tanıklık etmiş ve yaşadıklarını “Dünyayı Sarsan 10 Gün” adlı romanla
aktarmıştır. Romanda bahsettiğimiz olağanüstü olma halini hissedersiniz. Zaten
o dönemle ilgili yazılan, çizilen, çekilen her şey, hangi kampta olursa olsun,
az çok o adrenalini yansıtır.
Hatta sanatsal bir kurgu olmayan Lenin’in “Nisan Tezleri”
adlı kitabını bile bir serüven romanı gibi okursunuz.
Bu dönemle ilgili birçok film çekilmiştir hatta Reed’in
romanı da beyaz perdeye aktarılmıştır.
1981 tarihli epik film “Reds/Kızıllar” ise oldukça başarılı
bir Reed biyografisidir. Bu başarılı işin, Amerikalı popüler figür Warren Beatty’den
gelmesi de ayrıca ilginçtir.
İyi bir aileden gelen, iyi bir eğitim alan Reed savaş muhabirliği
yapmaya başlar. Meksika’da tanık oldukları siyasal tutumu üzerinde oldukça
etkili olur ve anti-kapitalist, giderek sosyalist bir insan olur Reed.
Üç saatin biraz üzerinde bir süreye sahip olan filmde Reed
ve eşi Louise’nin ilişkileri oldukça fazla yer tutuyor. Hatta başrolde bu var
diyebiliriz. Reed ve Louise’ın zamanının ötesine geçen ilişkilerini izlerken
arka planda Birinci Dünya Savaşı karşıtlığını, Ekim Devrimi’ni, Ekim
Devrimi’nin ayakta kalma mücadelesini ve Amerika’daki sosyalist çevrelerin iç
tartışmalarını izliyoruz.
Filmin ilk bir saatini Reed ile Louise’in ilişkilerinin
başlangıcı oluşturuyor ve bu süreç biraz sancılı çünkü o dönemde dünya hiç
olmadığı kadar çalkalanmaktadır. Tarihte iki tane olan dünya savaşlarından
birincisi başlamıştır.
İlişkinin ritmi sanki siyasetle paralel gider.
Olağanüstü olan şey yani Ekim Devrimi başlayınca ikilinin
ilişkisi de olumlu anlamda “sarsılmaya” ve hız kazanmaya başlar. Petrograd’a
varan ikili, devrimin zirve noktasında ilişkilerinin de zirve noktasını
yaşarlar.
Gerçekten filmin bu bölümleri seyretmeye doyum olmuyor.
Lenin’i görüyorsunuz. Kalabalıklara ateşli söylevler veren Troçki’yi. Mücadele
nasıl insanı geliştiriyorsa, tanık olunan büyük mücadele de özellikle Louise’i geliştiriyor
ve onu bambaşka bir insan haline getiriyor. Başlıkta kurduğumuz cümleyi Louise
bu yüzden, eski aşığı yazar Eugene O’Neill’a kuruyor. Sovyet Rusya’yı görmek
lazımdı.
Filmin üçüncü bölümü, Amerika’daki sosyalist partinin iç
çelişkileri ve bölünme sürecine odaklanıyor.
Reed’in ikinci Sovyetler Birliği macerası bu şekilde
başlamış oluyor. Parti’nin görevlendirdiği Reed, Komitern Başkanı Zinovyev’i
kendilerini kabul etmeleri için ikna edecektir.
Louise sanki biraz iç çekişmelerden dolayı hayal kırıklığına
uğramış gibidir ve bu sefer gitmek istemez. Rusya’ya yalnız giden Reed için yüksek
tempo yine başlamıştır çünkü devrim yapmak kadar devrimi korumak da oldukça
zordur. Bütün dünya Bolşeviklere karşıdır. Kendi derdine düşen Reed, kendisini
istemeden bu ateşin ortasında bulur.
Epik film böyle bir şey. Başarılıysa tadından yenmez.
İzledikten sonra günlerce etkisinden çıkamazsınız. Başarısızsa ömrünüzden ömür
götürür. Çok yorulursunuz izlerken.
Film, sosyalizmle ilgili her şeyin ne kadar zor olduğunun
farkında. Şımarıklık yapmıyor. Bütün dünyanın düşman olduğu bir devrimi, 150
milyon nüfuslu bir coğrafyada korumaya ve geliştirmeye çalışırken işlerin
tereyağından kıl çeker gibi ve hatır, gönülle halledilemeyeceğini biliyor.
“Reds” tarafı belli ve oldukça etkileyici bir film. Soğuk
Savaş yıllarında çekilen mantıklı, mantıksız bir sürü anti-komünist filme
bakınca bu filme karşı olan saygınız biraz daha artıyor. Sovyetler Birliği’nin
“şeytanın imparatorluğu” olarak değerlendiren Ronald Reagen'ın döneminde çekilmiş olması ironiye ironi katıyor. Bu filmden başka ne isteyebiliriz? İlişki
başlama bölümünden yarım saatlik bir bölümün alınıp Reed ile Lenin’in
diyaloglarına verilmesini isteyebilirdik…
Etiketler: kızıllar, Lenin, reds, Sinema, Sovyetler Birliği, warren beatty, Zinovyev