Kadınlarla ilgili mi? Tartışmalı.
“Kadın filmi” diye bir kavram ne kadar doğru? 1980’lerde
Atıf Yılmaz için “kadın filmlerinin yönetmeni” deniyordu. Şimdi de “kadın
filmi” kavramı geldi karşımıza.
Kadın filmi ifadesi de diğer bazı ifadeler gibi (örneğin
sanat filmi, derin devlet, yandaş medya, fırtınalı aşk, kafatasçı
milliyetçilik, terör örgütü, ılımlı İslam) tartışmalı bir ifade ama aslında
herkes ne kastedildiğini anlıyor. Bu arada bu anlaşılan kavrama göre
bahsedeceğim üç filmin yalnızca bir tanesi “kadın filmi” diğerleri ise oldukça
enteresan kadın başrol karakterlerine sahip.
En iyiden mi başlayalım en kötüden mi?
En kötüden başlamayı tercih ettim.
ALLAH BELANIZI VERSİN!
Bugüne kadar “iğrenç” kategorisinden filmler izlemişimdir ve
bunlardan birçok yazıda bahsetmiştim. 27 sadık takipçimi sıkmayayım. Bugüne
kadar izlediğim en iğrenç film “A Serbian Film/Bir Sırp Filmi”dir. Hala bir
numara olmayı sürdürüyor. “A l’interieur/İçerde” (2007) adlı film izlediğim en
iğrenç filmlerden biri oldu.
Nereden denk geldim bu filme? Tasteofcinema.com adlı faydalı
sitede, “en iyi 10 femme fatale” adlı listede mi veya hazmı zor filmler
listesinde mi gördüm, bilmiyorum.
Yine düşündürmeyecek bir film ararken bunu izlemeye karar
verdim.
İstismar sinemasına karşıyım ve ürünlerini tüketmiyorum. Bu
filmi zeka izleri taşıyan bir film zannetmiş olmalıyım.
Bir Noel gecesi bir trafik kazası olur. Hamile kadının
yanındaki kocası feci şekilde ölür. Kadın karnındaki bebekle kurtulur. Kadının
doğum yapacağı günün gecesinde manyak bir kadın, hamile kadını ziyaret eder.
Ben zeka izleri taşımayan istismar sineması sahnelerinden
hiç etkilenmem ama bu filmin hazmının çok zor olduğunu, birçok insanın filmi
tamamlayamayacağını belirteyim. Uzak durun yani.
Bu arada hazmedilmeyecek şiddet sahneleri barındıran ama
kesinlikle istismar sineması kategorisine girmeyecek olan ve zeka, yaratıcılık
izleri barındıran filme örnek olarak hemen Takashi Miike’nin “Audition/Ölüm
Provası” adlı filminden bahsetmiş olayım. Allahınız kayacak.
İkinci filme geçelim.
ESNAF ADRIAN LYNE
İngiliz yönetmen Adrian Lyne, 1980’lerde Amerika’ya gidince
tuhaf bir dönem başladı. Adrian Lyne, alengirli konular üzerine oldukça
başarılı esnaf/teknik filmler çekti. Gişe garantili bir yönetmen oldu, çıktı.
Aşk, meşk, evlilik, ihanet gibi her zaman satan temalar
üzerine, star oyuncularla, sinematografi açısından oldukça başarılı filmler
çekti. Zaman zaman tartışmlı olduğu iddia edilir de bence hiç değil. Kurnaz
birisi. Filmlerinden bazılarını sayalım, hemen “aaa” diyeceksiniz. 9 Buçuk
Hafta, Ahlaksız Teklif, Lolita, Sadakatsiz…
Bu arada Lyne’in filmografisinde alakasız bir film de var.
“Jacob’s Ladder/Dehşetin Nefesi” adlı film kesinlikle esnaf mesnaf değildir ve
Vietnam savaşı üzerine çekilmiş en başarılı filmlerden biridir. Sadece bunu
tavsiye ederim.
“Fatal Attraction/Öldüren Cazibe” adlı filmi de yine o
tasteofcinema.com listesinde görmüştüm.
Aynı “Sadakatsiz” filmindeki gibi çok iyi bir hayatı olan
birisi yok yere eşini aldatır. Michael Douglas’ın canlandırdığı karakter, eşi
ve çocuğu hafta sonu şehir dışına çıktığında Glenn Close’un canlandırdığı kadın
karakterle yatar. Sonra her şeyin normale dönmesi gerekirken kadın aşırı
derecede takıntılı çıkar ve adam bu dünyada cehennemi yaşamaya başlar.
Adrian Lyne’in bir esnaf olduğunu ve gişe garantili olmak
gibi mertebeye eriştiğini anımsatmak isterim. Amerika gibi bir ülkede bir insan
nasıl gişe garantili olur? Bu konuda düşünmenizi isterim. Ben bu filmin nasıl
biteceğini yarım saat sonra anladım ve de yanılmadım.
Başroldeki Glenn Close’un canlandırıdığı Alex performansına
dikkatinizi çekmek isterim. Bu kadın gerçekten de kötü bir kadın olmalı diye
düşündüm izlerken. O kadar da gerçekçiydi ki…Öyle değilmiş. Close, bu rolü çok
iyi oynayacağını ve üzerine yapışacağını hissetmiş ve kabul ederken epeyce
düşünmüş. Gerçekten de femme fatale rolünde tarih yazıyor. Yıllarca erkekler
gelip “sayende evliliğimiz kurtuldu” diye kendisine teşekkür etmiş. Bu da
sorunlu bir şey de neyse tartışma yeri burası değil.
Geldik en iyisine…
HELAL ADANALI CELAL!
2015 tarihli “Suffragette/Diren!” adlı filmden bahsediyorum.
Filmin Türkçe adı esnafça verilmiş. Suffrage, oy hakkı demek. Bir kelime oyunu
yaparak –ette (kadına dair) ekini ekleyip bu kelimeyi elde etmişler.
Filmi daha iyi satmak için son yıllarda popüler olan “diren”
kelimesini filmin adı yapmışlar. Oysa bu kelime filmin kadın hareketi açısından
değeri ile ilgili hiçbir şey sezdirmiyor. Süfrajet diye bir kullanım var oysa
ki…
Film hareketli, tempolu, sürükleyici, etkileyici. Sanırım
böyle bir şey başarmak istemişler. Kadınların İngiltere’de oy hakkı elde
etmeleri üzerine derin siyasi analizler yapmaktan ziyade olayı net bir şekilde
perdeye yansıtmak istemişler. Bu anlamda beklentileri karşılıyor.
Aklıma resmi tarihin dangozluğu geldi. Türkiye’de kadınlara
oy vermek hakkı, belediye seçimleri için 1930’da genel seçimler için 1935’te
verildi. Aslında gerçek anlamda oy verme hakkı 1950’de, mecbur kalındığı için,
verildi. İnsanların oy vermeden önce koskocaman bir ideolojik kuşatma altına
alındığıyla ilgili şimdilik bir şeyler söylemiyoruz. Neyse o bir yana, bu
adımlar gerçekten önemli ve değerliydi. Kimin emeği geçmişse saygı duyuyorum
kocaman. Sorun şurada: Resmi tarihe göre sanki bu hak dünyada ilk defa
Türkiye’de verildi. Hatta dünyanın bu konuyla ilgili hiçbir fikri ve düşüncesi
yokken Türkiye bu adımı attı ve dünyaya örnek oldu…Filme baktığınızda, bu hak
için bazı insanların canını feda ettiklerini görüyorsunuz. Filmde anlatılanlar
büyük oranda gerçek bu arada. Resmi ideolojiler yanlı tarih yazarlar, biliyoruz
ama Türkiye’deki abartının bayrak sallayanı oluyor biraz.
Böyle.
İyi günler.