Bu ülkede solcu olmak zordur.
Buranın halkı tuhaftır. Sosyoloji, sosyal psikoloji,
antropoloji, arkeoloji, ideoloji, fermatoloji falan tüm bildiklerini
sorgulayabilir. Buranın halkında üç kâğıtçılık ve şımarıklık damarı güçlüdür.
Fakat solcu olmaya devam ediyoruz. Solun en önemli günü 1
Mayıs’tır. Türkiye, dünyada 1 Mayıs’ların en kitlesel kutlandığı ülkelerden
biridir. Neden böyledir bilemiyorum. Bu kitlesellik, eylem izinli olursa
gerçekleşiyor.
Şimdi şu izin meselesine girelim.
Taksim, devrimcilerin namusudur deniyor…
Namus, feodal bir kavram. Kullanılmamalı. Taksim’in tarihsel
önemi inkâr edilemez elbette ama devletle, Taksim inatlaşmasına girildiği zaman
neler oluyor bir bakalım.
Toplam 1500 kişi geliyor (hepsi canım, cananımdır.) Sol
partilerin örgütlü üyelerinin bile yarısı gelmiyor. Sonra kimsenin gönüllü
olmadığı bir tiyatro yaşanıyor. Polis bir gaz atıyor ve kitle dağılıyor.
Doğaldır çünkü gaz yiyince bulunduğunuz alanı terk etmek zorundasınız. Yani
orada duramazsınız. Bu olaya “çatışma” isminin takılmasına da karşıyım.
Polisiye önlemlerde günümüzde gelinen noktada kitlesellik tarihte hiç olmadığı
kadar önemli hale gelmiştir. Barikatları aşıp Taksim’e girmek için bence
kararlı bir 100 bin kişi falan lazımdır.
Sonra; o gün yollar, metrolar, metrobüsler kapalı olduğu
için sıradan vatandaş işine gücüne gidememektedir. Lanet olsun denilebilir
kolaylıkla ancak bu durum hali hazırda şımarık olan halkla sol arasındaki
mesafeyi arttırmaktadır. “Mal” bu, yapacak bir şey yok. Şu “yakıp, yıkmak”
meselesi zaten başlı başına bir problem olarak ortada durmaktadır. Bu insanlar
televizyon izleyip “nsı nsı nsı nsı” demektedirler. Ne yapacak sol? Kendisini
halka mı beğendirecek? E, biraz öyle olacak. Sol, yerinde ilkeli tutum
takınırsa, halk hiçbir zaman merak edip “bunların meramı neymiş” diye merak
etmeyecektir.
“1 Mayıs’ta Taksim’deyiz!” diye ilan edince bunlar
olmaktadır. 1 Mayıs bayram havasında ve güvenli bir şekilde kutlandığı zaman
ise yüz binlerce insan bayrama katılmaktadır. Bunların bir bölümü hayatlarında
ilk kez solla tanışan gençler olmaktadır. Bu insanlar solculaşmaktadırlar. Hali
hazırdaki devrimcilerin ise yüzü gülmektedir, umutları tazelenmektedir.
Ölmediklerini hissetmektedirler. Hangisi sizi devrime yakınlaştırır?
Geçen senelerde de böyle düşünüyordum ama fikrimi söylemeye
korkuyordum açıkçası. Taksim meselesinin aşılmaz bir tabu olduğuna inanmıştım
ki bu sene sendikalar Taksim diye ısrar etmediler. Bu sendikalarda sorumluluk
alanların hepsinin bir sol partide örgütlü olduklarını düşünürsek bu kararı sol
örgütler aldı diyebiliriz. Taksim’de olacağını ilan eden bazı küçük örgütler de
yok değildi. Bunlar 14, 15 kişiyle Taksim’i zorlamış olmalılar. Hem büyük bir
şiddete maruz kalmışlardır hem de moral bozucu görüntüler ortaya çıkmıştır.
Görüntüleri izlemedim. Kendilerine geçmiş olsun diyorum ama yanlış yaptıklarını
düşündüğümü de belirtmeden geçemeyeceğim.
Bu sene bir şeyler farklıydı ama.
Bunu da herkes hissetti zaten.
Herkes bu farkı biliyor ayrıca.
Arkadaşlarla kişi sayısı tartışması yaptık. Zaten bu kişi
sayıları tahmin etmede kötüyümdür. Ben 50 bin kişi dedim. Kimisi bunu iyimser
buldu. Taş çatlasa 10 bin falan dediler. 20 bin diyen oldu. En iyimser tahmini
ben yaptım. Neyse, herkes kitlenin çok az olduğu konusunda hemfikirdi ama.
İzinli bir gösteri, pazar günü, ulaşım rahat ama 1 Mayıs’a gelebilecek
insanların çeyreğinin çeyreği gelmiş.
Bunun birinci sebebi bomba korkusuydu. Evden çıkarken bir
daha eve gelememe ihtimalini düşünmedim değil. Bazı şeyleri bazen dile
getirmemek gerekir. Bu, böyle bir şey değil şu anda. Herkes bunu biliyor.
İkinci sebebi şu anda muhalif kesimlerde bir dağınıklık hali
olduğudur. Bunu da kendimize itiraf etmemiz gerekir. Kimse kendisini
kandırmasın. Tekrar ediyorum bazen kibarca motivasyon kabaca gaz denilen şeye
ihtiyaç vardır ama herkes her şeyi görüyorsa şapkayı öne koyup düşünmek daha
akıllıca bir davranıştır.
Heyecansız ve renksiz bir 1 Mayıs’tı. Gergindi. Zaten amaç
eğlenmek değil eylem yapmış olmaktı. Ben yine de önemli ve değerli bir eylem
olduğunu düşünüyorum. Bu ülkede canını hiçe sayarak sokakları, meydanları
sahiplenen birilerinin olduğunu hatırlamış olduk. Bu, bir bakıma “ölmemiş
olmak” demektir.
Ölmedik ama yaşamıyoruz da…
Son olarak da alanda gördüğüm bir takım dar grupçu
anlayışlardan midemin bulandığını ekleyeyim.
Yaşasın 1 Mayıs!