NEY?
“Little Miss Sunshine” minibüsünü ona verdiğine pişman
olmuştu. Onun için çok da özel bir şey olmadığı belli olmuştu çünkü.
Oysa minibüs, başka bir arkadaşı için çok özel bir duruma gelmişti veya
gelebilecekti. Sevdiği insanlara jest yapmaya bayılırdı kesinlikle. O
arkadaşını sevinçten dört köşe edeceğini anlamıştı ve inatçı bir şekilde
minibüsün peşine düşmüştü. Sarı Valkswagen minibüs oyuncak bulunmuyordu
bir türlü.
Sözü geçen filmi birçok kere izlemişti. Bazı
insanlara da tavsiye etmişti. Aslında film tavsiye etmeyi sevmezdi.
Riskli bulurdu film tavsiye etmeyi. Ya beğenmezlerse? Ya sıkılırlarsa?
Bir insanı sıkmak en büyük fobilerinden birisiydi. İnsanlar da duyarlı
davranmıyorlardı. Zaten izlediği her filmle ilgili bir blog yazısı
yazıyordu. Oradan baksalardı ya…Yazıdan filme yönelirlerse, tuhaf bir
şekilde sorumluluk hissetmiyordu ama sözlü tavsiye ederse ince bir
gerilim yaşıyordu. Birkaç kişi de çok kötü cümleler kurmuştu: “Bu ne
biçim filmdi?”, “bu filmden ne anlamıştı la?”…Hatta oldukça rahat ve
duyarsız bir arkadaşı “Profondo Rosso”yu onun tavsiyesiyle izledikten
sonra, bu filmleri izlediği için kendisinin “kafayı yediğini”
söylemişti. Bunu söyleyen kötü biri değildi onun için ama fikirlerini
iletme konusunda çok kötüydü. Fikir beyan etmenin neredeyse bir sanat
olduğunu ilk o zaman düşünmeye başlamıştı. Bu konuda kendisini
geliştirmek istemişti ama çok başarılı olduğu söylenemezdi.
“Little Miss Sunshine” hiç gerilim yaşamadan tavsiye ettiği filmlerden
biriydi. Bu filmden sıkılacak, dahası bu filmle gönül bağı kuramayacak
birisini düşünemiyordu. Herkesi ilk dakikadan itibaren fetheden bir film
olduğunu düşünüyordu. “Garanti” buluyordu “Little Miss Sunshine”ı.
Filmdeki sarı VW minibüs neredeyse bir başrol oyuncusu gibiydi. Bir
takım taşıtların kurgu içerisinde önemli hale geldikleri filmler
izlemişti ve “Little Miss Sunhine”daki sarı VW minibüs bu anlamda epeyce
iş görüyordu.
Bir akşam Ankara Kızılay’da dolaşırken yerde
oyuncaklar satan bir satıcı gördü. Daha doğrusu satıcıyı değil de yerde
bir adet sarı VW’nun modelini gördü. Yanında başka model arabalar da
vardı ama o dikkatini çekmişti hemen. Çok mutlu oldu onu görünce. Filmde
kornasının takılması sahnesi geldi hemen aklına. Satın aldı hemencecik
ve o arkadaşının evine doğru hareket etti. Satıcı minibüsü iddiasız bir
poşete koymuştu. Minibüsle ne yapacağını bilmiyordu.
Arkadaşının
evindeki kitaplığın önünde bir takım süs eşyaları gördü. Minik bira
şişeleri vardı. Biri Tuborg biri Carlsberg. İkisini de severdi. Bir adet
küçük balta… Üzerinde Mudurnu yazıyordu. Mudurnu’dan hatıra olarak
alınmıştı. Bir adet model motosiklet... Bir adet de elinde fenerle
gündüz gündüz “adam arayan” Diyojen heykeli vardı. Arkadaşının bir ara
tatilde Sinop’a gittiğini biliyordu. Çok beğenmişti orayı. Arkadaşının;
kitapların önüne bir takım hediyelik, küçük objeler koymak gibi bir
alışkanlığı vardı. “Little Miss Sunshine”a da bayılmıştı arkadaşı. VW’yu
ona hediye etmek geldi aklına. Çıkardı verdi. Gerçekten bayılmış mıydı
filme? Bir keresinde bazı diyaloglara beraberce gülmüşlerdi ya…
Hediye için mutlaka mutlu olmuştu. Olmuş muydu? Bazı insanlar için bazı
hediyelerin bir şey ifade etmeyeceğini anlamıştı o an veya hediyelerin
etkilerinin bir şiddeti olduğunu anlamıştı. Hediye eden kişiye karşı
hissedilenler, hediye eğer kullanılacak bir eşyaysa o eşyaya duyulan
ihtiyacın aciliyeti, hediyenin beğenilmesi gibi faktörler hediyeye mutlu
olma şiddeti üzerinde belirleyici oluyordu. Ortalıkta yakıcı bir şiddet
görmüyordu. Sorun da değildi kendisi için. Az da olsa mutlu etmişti
arkadaşını işte.
Aynı minibüsten kendisi için bulamadığı zaman
pişmanlık duygusu kendisini hissettirmeye başlamıştı. Yine tereddütsüzce
filmi tavsiye ettiği bir arkadaşı, filme ayılıp bayıldığını söyleyince
dahası minibüse özellikle hayran kaldığını belirtince pişmanlığı bir kat
daha arttı. O arkadaşı kendisine doğum gününde Zülfü Livaneli’nin
“Sevdalım Hayat” adlı kitabını hediye etmişti. Bir solukta okumuştu
kitabı. Hediye edilmiş olmanın verdiği sorumluluk duygusunu da
hissetmiyor değildi. Karşılığında bir şey yapmalıydı. Bu konu, en doğal
olmayan şeylerden biri olmalıydı. İnsanlar hediye ederken, karşılığında
bir şey beklemediklerini vurgulayarak söylüyorlardı ama karşılığında bir
şey yapmamak olmuyordu işte. Mutlaka bir şey yapmak gerekiyordu.
Sonsuza kadar halledilmeyecek bir çelişki gibi duruyordu sanki. Kitaba
karşı o hediye etme sorumluğunu hissediyordu. Onu çok mutlu edeceğini
biliyordu ve bunu yapmayı da samimi bir şekilde istiyordu. Kitap işi
olmasaydı da bunu yapacağını biliyordu. Karşılığında hediye
beklemediğini belirtirdi ama işte beklerdi.
Bu jesti er ya da geç
yapmalıydı. Geç mi? Bir insan bir oyuncağın peşinde ne kadar
dolanabilirdi ki? Burçlara inanmıyordu. Sorarlarsa “bilim burcuyum”
diyordu ama Boğa burcunun inatçı olduğu her yerde yazıyordu. Neredeyse
burçlara inanmaya başlayacaktı. Oyuncağı arıyordu her yerde. Bu sürede o
da arkadaşına Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” adlı romanını
hediye etmişti. O sorumluluğu atmak istemişti. Oyuncağı bulma işi
uzadıkça uzuyordu. O minibüsü verdiğinde, arkadaşı kendisinden bir şey
beklemiyor olacağı için hediyenin etkileme şiddeti iki kat fazla
olacaktı.
O esnada Bolu’da yaşıyordu. Ankara’ya bazı hafta
sonları gidiyordu. Bolu’da zaten tek başına oyuncak satan bir dükkân
yoktu. Kırtasiyelerde oyuncak bölümü vardı ve hepsine bakmıştı. Ankara
Kızılay’daki bütün oyuncakçıları dolaşıyordu. Bulamıyordu bir türlü.
İnternet’ten araştırma da yaptı. Yoktu hiçbir yerde. Sanki o minibüsü
üreten firma, bir tane üretmişti. Minibüsü verdiği arkadaşından durumu
izah edip geri mi isteseydi? Ondan önce iyice düşünüp çok özel bir
hediye mi almalıydı? Düşüncesinin ne kadar saçma olduğunu geç olmadan
fark etti.
Bu iş onun için bir tutkuya dönmeye başlamıştı. Artık
o arkadaşını mutlu etmeyi mi daha çok istiyordu yoksa kendi büyük
projesini gerçekleştirmeyi mi daha çok istiyordu anlayamıyordu. Bir
şeyin peşinden tutkuyla gitmeyi severdi. Bir şeyin peşinden gidecekse
tutkuyla giderdi zaten. Yoksa gitmezdi.
Bir keresinde minibüsün
oyuncağını değil de gerçeğini gördü. Ankara’dayken, bir gün dolmuşla
Sıhhiye’ye giderken Numune Hastanesi’nin önünde sarı VW gördü bir tane.
İstanbulluların minibüs dedikleri şeye Ankaralılar dolmuş derlerdi.
“Müsait yerde inecek var!”
VW minibüsler, köftecilerin favori taşıtıydı. Herhalde VW minibüslerden
200 tane kalmışsa 150 tanesi köfteci olarak iş görmekteydi. Hastanenin
önündeki minibüs kötü bir şekilde sarıya boyanmıştı. Orijinal rengi
olmadığı belliydi. Madem oyuncağını bulamıyordu, arkadaşına minibüsün
kendisini mi almalıydı? Sorsa mıydı köfteciye? Ya hava parası isterse…
Bir fotoğraf çektirdi.
“Abi, minibüsün yanında bir fotoğraf çektirebilir miyim?”
“Ney?”
O zaman sosyal medya da yoktu. Fotoğrafı arşive, bir yere attı.
İstanbul’a gitmeliydi. Her şeyin olduğu gibi oyuncağın merkezi de
İstanbul’du. Hem İstanbul’a çocukluğundan beri aşık değil miydi? Sahi
neden Ankara’ya bu kadar sık gidiyordu da Bolu’ya aynı mesafede olan
İstanbul’a bu kadar sık gitmiyordu?
Eskiden Harem’de iner,
arabalı vapurla Sirkeci’ye geçerdi. Artık otobüsler Harem’de değil de
Dudullu denilen tuhaf ve itici bir yerde indiriyorlardı yolcularını.
Dudullu’dan bir saatte Harem’e geldi. Sirkeci’ye geçti. Tahtakale’nin
altını üstüne getirdi.
Bir oyuncakçıda kalbi duracak gibi oldu.
Bulmuş muydu ne? VW minibüsü bulmuştu da sarı değildi. Üzerinde 70’li
yılların hippi kültürünü anımsatan şekiller ve yazılar vardı. “Peace,
Love, Rock” yazıyordu. Bir de çiçekler çizilmişti. Bir kutu dolusu VW
minibüs vardı da sarı olanı yoktu.
“Dün vardı bir tane abi. Sen na’pacan ki sarıyı? Bundan verelim bir tane.”
“Little Miss Sunshine diye bir film var, izledin mi?”
Böyle bir soru sormadı.
“Ney?”
Satıcının çok cepli yeleği yoktu ve ellerini arkada bağlamamıştı. Bu cevabı da vermemişti zaten.
Kendisinin şanslı veya şanssız bir insan olduğuyla ilgili sık sık
ikileme düşerdi. Yine kendisini şanssız hissetmeye başlamıştı. Vaz mı
geçseydi? Hayır! Seviyordu bu takibi. Hoşuna gidiyordu bir şeyin peşinde
bu kadar koşmak. Epeyce süre geçmişti ve hala arıyordu. Bu sürede,
Angelopoulos’un “Eternity and A Day” adlı filmini de izlememiş miydi?
Filmde bir adam, bir şiirin kayıp mısralarını arıyordu. Kendisini ona
benzetiyordu. Daha doğrusu benzetebilmek isterdi…
Vazgeçmeyecekti.
Şöyle oturup mantıklıca düşündüğünde bu yaptığının saçma bir şey
olduğunu düşünüyordu zaman zaman. Vazgeçmeyecekti. “Amaan ya!” Hayır,
hayır! Zaten ekim ayında iki haftalığına İngiltere’ye gidecekti. Orada
kesin bulurdu. Dünyaca ünlü bir oyuncak mağazası vardı orada.
Tuhaf duygular hissediyordu. Manyak mıydı? Bunu birisine anlatsa ne derdi? Dahası hediye alacağı arkadaşı ne diyecekti?
“Sana çok seveceğin bir hediye aldım.”
“Ney?”
Bu kadar zaman boyunca hayatını bununla doldurmuş değildi elbette.
Dolayısıyla rahat olabilirdi, manyak değildi. Yorulmuştu ve karnı
acıkmıştı. Aslında sadece eve gidip yatmayı düşünüyordu. Belki de kendi
kendisine bu işi unutacaktı. Keşke kredi çekip o minibüsü alsaydı ve
arkadaşının kapısının önüne çekseydi. Hem daha büyük bir sürpriz olurdu.
O kadar parayı bir sürprize verebilir miydi ki?
Otobüs iddiasız
Tursan tesislerinde durdu. Bu tesisleri sevmezdi çünkü çorbası iyi
değildi. Uzun yolda tesislerde çorba içmeyi severdi. Bu tesisin
kullandığı yağlar çok kötüydü. O yüzden yayla çorbası içecekti. Yayla
çorbasında yağ çok öne çıkmıyordu. Tuvalete gitme ihtiyacı duydu.
Tuvalete yöneldi.
Hayatında daha önce olmadık yerlerde olmadık zamanlarda başına iyi
şeyler geldiği olmuştu. Çok sıkıştığı anda sorunların çok hızlı ve kolay
bir şekilde çözüldüğü de olmuştu.
Rafta sarı minibüsü görünce;
olmadık yerlerde, olmadık zamanlarda aniden çok mutlu olduğu anlara bir
an daha eklendi. Filmi hatırladı. Aklına Dwayne karakteri gelmedi. Frank
karakteri de gelmedi. Richard karakteri geldi. Bu karakteri, filmi
üçüncü kez izledikten sonra sevmeye başlamıştı. Düşünce kitapları yazarı
Frank’in cümleleri ne kadar da komiğine gitmişti. Bir keresinde, ısrar
sonucu “%100 Düşünce Gücü” adlı bir kitabı okumaya çalışmıştı.
Bitirememişti. İki senedir aradığı minibüsü bulunca aklına neden Frank
karakterinin geldiğini anlayamadı.
Birden, geçmişte, minibüsü
bulduğu anı kestirmeye çalıştığını hatırladı. Gözünde sahneler
canlandırmıştı. Hatta arkadaşının kendisine minibüsü hediye edeceğini
bile hayal etmişti. Ne enteresan senaryolar yazmıştı kafasında ama
bunlardan hiçbiri gerçekleşmemişti. Benzerleri bile gerçekleşmemişti.
Birden görmüştü minibüsü işte.
Salak birisi miydi? Saçma bir şey
yaptığını düşündü bir ara. Hayatına bir dönem renk katmış bir saçmalık
olduğunu da düşündü hemen ardından. Gülümsedi.
Yayla çorbası çok kötüydü.Etiketler: öyküler