Yaşadığı evlerle hep bir gönül bağı kurardı. Saymıştı, hayatı boyunca 11
farklı evde yaşamıştı. Ne zaman taşınsa, evden en son o çıkar ve boş odaları
son bir kez gezerdi. Sanki o kısacık zaman diliminde; iki, üç sene ne kadarsa
işte, o evde yaşadıklarını tekrar yaşardı. Bu evlerden birine tekrar
girebilmeyi çok istemişti. Rasgele, bir tanesinin kapısını mı çalsaydı?
“İyi akşamlar. Kusura bakmayın, rahatsız ediyorum da…Ben bu evde dört sene
önce oturmuştum. Hep, yaşadığım evlere sonradan girip atmosferi koklamak
istemişimdir. Acaba sizin evinizde bu hayalimi gerç…” Küt!
Fantezisi bile saçmaydı.
“Özen Emlak, buyurun.”
“İyi günler. Kiralık ev için aramıştım da…”
İnanamıyordu. Emlakçı, “buyur hocam, sen eve bir bak” diyerek anahtarı
vermişti ve fantezisi fantezi olmaktan çıkıyordu. Gerçekleşiyordu işte. Üstelik
ev boştu. Eşyaların ruhu olduğuna inanmasa da eşyaların insanlar üzerinde
psikolojik etki bıraktığını düşünüyordu. Başka birilerinin eşyalarıyla o evi
görse, o eşyalar evle bağ kurmasını engelleyecekti. Evi bıraktığı gibi
bulacaktı. Bomboş…
İstanbul’daki ilk evi oydu. Onu da, her zamanki gibi, aceleyle tutmuştu...
Ev aramayı seven bir insan olmazdı elbette de onun gibi de ne zaman ev arasa
bir saatte tutan birisi de zor bulunurdu. Bu evi sevmemiş değildi. Geniş ve
aydınlık bir evdi. En sevmediği cümlelerden biri de “sana 1+1 yeter”
cümlesiydi. İnsan, bir kişi bile yaşasa evi ferah olmalıydı ona göre. Yaşadığı
evlerden biri o kadar küçüktü ki evi temizlerken, elektrik süpürgesini fişten
çıkarmadan bütün evi süpürebiliyordu. İkiden fazla misafiri kibarca
reddediyordu.
“En çok hangi evini tekrar görmek isterdin?” diye sorsalar, ilk kez yalnız
yaşamaya başladığı evi tercih ederdi herhalde. Tavukların arasından yürüyerek
gittiği bu ev, Ünye’deydi. Altı sene önce, otobüsle Giresun’a giderken bakmıştı
eve ama inip, eve bakmaya gitmeyi aklından geçirmemişti. Ev sahibiyle arası da
çok iyiydi. Yardımcı olmak için elinden geleni yapardı da işte, uçuk hayalleri
insanlara kavratmaya çalışmak konusunda sıfır motivasyon sahibiydi. Piyano
kapıdan sığmıyordu…
Normalliğin kibri koymuştu bunun adını. Uçuk hayaller, fanteziler de illa
bir işe yaramalıydılar. Bir manası olmalıydı onların. Böyle değillerse,
normalliğin, hemen parmak sallamaya başladığını düşünüyordu.
Anormal bir iş yapıyordu. Neyse ki sadece kendisi bilecekti bunu. Bu
yaptığını yargılamayacak, kendisine deli muamelesi yapmayacak bir, iki arkadaşı
da vardı. Onlara bu hikâyeyi anlatmayı düşünüyordu.
Arabayı her zaman bıraktığı boş arsada yeni bir bina vardı. O bölge, yeni
bir rant bölgesi olduğu için 20 yıllık binaları bile yıkıp, altı ayda, aynı
boyda yeni bir binayı dikiyorlardı. Yere kadar inen salon penceresi tek farkmış
gibi geliyordu ona. Oysa, arada 200 bin TL’lik bir fark oluyordu.
Arabayı bir yere iliştirdi ve eve doğru hareketlendi.
Heyecanlı mıydı?
Elbette.
Merdivenleri çıkarken o evde yaşadıklarını düşünmeye başladı.
Kurban Bayramı’nda kendisine et getiren komşu kadına, “Ben kurban eti kabul
etmiyorum. Kabalık olarak algılamayın lütfen.” deyince kadının suratının aldığı
anlamsız ifadeyi hatırladı.
Gezi Direnişi zamanı evin içine kadar dolan biber gazını hatırladı. Bir
keresinde evde limon olmadığı için gözüne sirke sürmüştü de beter olmuştu.
Evine yatılı gelen üç arkadaşının yanlarında şişme yatak getirmelerini
anımsadı.
Özel anları hatırlayacak mıydı?
Evin içine girene kadar hiçbir şey düşünmedi özel anlarla ilgili. Aslında
amacı biraz da bu muydu? Her ilişki; üzerinden iki, üç sene geçince çok güzel
gibi geliyordu ona. O anları tekrar hissetmek mi istiyordu? Emin değildi.
Evlerden ayrılırken sadece özel anlara odaklanmıyordu. Bakacaktı işte…
Merdivenleri ağır ağır değil de normal bir şekilde çıktı. “Öyle bir şiir mi
vardı?” diye düşündü. Anahtarı çevirirken, bir keresinde, apartman koridorundaki
vanaya bakmaya gitmesini ve kapının rüzgarla kapanmasını anımsadı. Şortun
altında çorap ve ev terliğiyle iki sokak ilerideki çilingire gitmek zorunda
kalmıştı. Yolda öğrencileri ve velileri kendisini görüp tuhaf tuhaf
bakmışlardı. Çilingirin motoruyla gelmişlerdi eve.
“Usta, senden ricam hızlı bir şekilde eve gidelim.”
Kapıyı açınca yoğun bir sıcak hava dalgası yüzünü yaladı. Rahatsız etti
kendisini.
Kapıyı kapattı.
Hemen, o evin neredeyse her metrekaresinde onunla seviştikleri aklına geldi.
Bunu anımsamak için gitmemişti eve. Dahası, bu uçuk hayali, çok eskiden,
sevişmenin ne demek olduğunu bilmediği dönemlerden kalmaydı. O halde neden
hemen aklına bu gelmişti? Bu gelmesin diye kendi kendine tembihte de bulunmuştu
oysa. Hemen konuyu değiştirmeliydi. Başka şeylere odaklanıp sonra özel anlara
odaklanmak istiyordu. Sonra düşündü ve kendisine neden böyle bir şeye mecbur
olduğunu sordu. Cevap vermedi ve odaklanacak başka şey aramaya devam etti.
Hemen de buldu.
İlk defa bu evde duvarları boyamıştı.
Evi tuttuğu zaman evin boya istediğini görmüştü. Bir boyacı telefonu
edinmişti sonra. Adam, iş karşılığında Somali cerrah maaşını isteyince iş başa
düştü deyip, işe girişmişti. İnternet’ten birkaç cümle bakmıştı ve işe
girişmişti.
İşin hakkından gelmişti de. İnsanın, mecbur kalırsa her şeyi yapabileceğini
düşünüyordu. İnsanın değil de kendisinin, mecbur kalırsa her şeyi
yapabileceğini düşünüyordu asıl.
İşi bitirip de duvarlara karşıdan bakınca çok mutlu olmuştu. Ortaya somut
bir güzellik koymak hoşuna gitmişti. Hayatında, neredeyse ilk defa böyle bir
şey yaptığını düşünmüştü.
Eşyaları taşıma işi bitince, yerleşme işi gözünde o kadar büyüyordu ki…Bir
arkadaşı, inanılmaz tembel ve plansız hareket eden biri olması sebebiyle, altı
ay yerleşememişti yeni evine. Eşyalar taşındıktan sonraki gün, tek başına, her
şeyi bir günde yerli yerine oturtmuştu. Bir evden ayrılmayı nasıl sevmiyorsa,
tersinden, yeni taşındığı eve, eşyaları yerleştirdikten sonra bakmayı çok
seviyordu. Sanki yeni bir insanla tanışıyormuş gibi hissediyordu kendisini.
Yeni bir insanla tanışmayı sevmezdi aslında. Yeni bir insan yeni sorumluluklar
demekti. Evlere ilk kez alıcı gözlerle bakınca, tanışmayı arzu ettiği biriyle
tanışıyormuş gibi hissederdi diye düzeltti kendisini.
Birden aklına Jim Jarmusch’un “Kırık Çiçekler” adlı filmi geldi. Orada tuhaf
bir adam vardı. İfadesiz bir suratı vardı. Evine esrarengiz bir mektup
geliyordu ve yıllar sonra, bir çocuğu olduğundan bahsediyordu. O da mektubu
yazan kişiyi bulmak için eski sevgililerini birer birer ziyaret ediyordu. Çat
kapı gidiyordu yanlarına. Çok ilginç diyaloglar, sahneler barındıran bir film
olduğunu düşündü.
Eskiye uğrayan adam olarak kendisini o karaktere benzetti. Geçmişte aşık
olduğu kadınların hiçbirisiyle görüşmemişti ama bağ kurduğu bir evle
görüşüyordu işte.
Sonra “Çok Tuhaf Çok Tanıdık” adlı bir kitap geldi aklına. Bu kitap,
“Vesikalı Yarim” filmi ile ilgiliydi. Kitabın içeriği ve filmle ilgili bir şey
gelmemişti aklına. Kitabın ismi düşündürmüştü kendisini. O an hissettiği duygu,
çok tuhaf ve çok tanıdıktı.
Odalara girmeye başladı. Önce salona daldı. Burada kaç Şampiyonlar Ligi
finali izlediği sorusu geldi hemen aklına. Onu en çok heyecanlandıran şeylerden
biri de Şampiyonlar Ligi finali izlemekti. Dört sene oturduğu bu evde, sadece
2010 Inter – Bayern Münih finalini, arkadaşı Gürkan’la izlediğini hatırladı.
Diğer üç finali ev dışında bir yerlerde izlemişti. Hatta bir tanesini yurtdışında,
Helsinki’de izlemişti.
Salon, o evde, en çok bulunduğu mekândı. Misafir ettiği konuklar geldi
aklına. Seviştiği kadınlar gelmiyordu. Bir tanesi hariçti. Ona sonra
gelinecekti. Salonda onunla ilgili aklına bir şeyler geliyor muydu? Duvardaki
çiviye baktı. Yoktu yerinde. Onun aldığı Charlie Chaplin’in “Çocuk” filmindeki
meşhur sahneyi gösteren posteri oraya asmıştı. Birden başından aşağıya kaynar
sular döküldü. Böyle bir şeyi nasıl da unutmuştu? O posteri çalışma odasına
asmıştı. Bunu nasıl unutmuştu? Acaba çivi odada duruyor muydu?
Mutfağa geçti sonra. İyi bir aşçı değildi. Ayrıca tembeldi. Mutfakla
yabancılaşma yaşadı. Zaten zamanında fazla samimi olamamışlardı. Dolapları da
değişmiş görünce mutfakta fazla kalmadı. Antrkot yapınca kokunun iki, üç gün
evde kaldığını hatırladı önce. Fırında makarna başarısızlığını ve fırında
sarıkanat başarısını hatırladı sonra da.
Banyoya baktı sonra. Bu evde, klozette dergi okumayı bırakıp kitap okumaya
geçmişti. Bu bir özellik miydi? Aklına gelmişti işte. Evine gelen bir misafir,
çamaşır makinesi üzerinde gördüğü, Marx’ın yazdığı “Demokritos ile Epikuros’un
Doğa Felsefeleri” adlı kitabı karıştırmıştı ve “beyninin kırıldığını”
söylemişti. Kendisi de bir şey anlamamıştı o kitaptan ama bitirmişti bir
şekilde. Onunla banyoda sevişmişler miydi? Her metrekare diye aklına gelmişti
ya…
Koridordan geçti sonra. Erkek kardeşiyle, bu koridorda, çoraptan yaptıkları
topla “tek vuruş” oynadıklarında; o 30, kardeşi de 27 yaşındaydılar. İçindeki
çocuğu yitirmemenin, sıkıcı bir kişisel gelişim kitabı klişesi olduğunu
düşünüyordu ama o, oydu işte.
Normalde yolunun üstünde çalışma odası vardı ama orayı sona bırakmaya karar
verdi. O çivinin orada hala olup olmamasını bir oyuna çevirmeye karar vermişti.
Varsa ne olacaktı? Yoksa ne olacaktı? Heyecana heyecan katmayı sağlıyordu bu.
O zaman yatak odası vardı sırada. Tutku, bomboş odaya öyle bir sinmişti ki
yıllar geçse de terk etmemişti mekânı. Neredeyse ereksiyon olacaktı. İlk
sevişmeleri başarısızdı. Sonra istatistikleri darmadağın etmişlerdi beraber. Bu
oda tanık olmuştu her şeyin, birçoğuna…
Bunun için mi gelmişti eve? “Hayır” demişti ya! Çok eski bir hayaliydi bu.
Bir insanın izlerini arayıp bulmak değildi amaç ama o izler vardıysa da neden
sürmesindi ki? Ev, onunla anlam kazanmıyordu ama onsuz da anlaşılamazdı.
Çelişki mi vardı bu düşüncesinde? Bir daha düşündü. “Ev onunla anlam
kazanmıyordu ama onsuz da anlaşılamazdı.” Bir daha düşündü. Bir daha düşündü.
İşin içinden çıkamadı.
Birden başka bir şey hatırladı. Yatak odasıyla ilgili başka bir şeyi
hatırlamış olmak, “sapık” olmadığını kendisine kanıtladı. Rahatladı. Bir
keresinde, evden çıkalı yarım saat olmuşken, ütüyü açık unuttuğuna ikna olmuştu
ve Kurtköy’den Sancaktepe’ye geri dönmüştü. Eve girmişti ve yatak odasındaki
ütünün fişinin çekilmiş bir halde olduğunu görmüştü. Yaptığı o davranışın ne
kadar anlamsız olduğunu o an tekrar kavradı.
Yatak odasıyla ilgili başka bir şey daha hatırlamıştı işte. Namusu
kurtulmuştu. Daha doğrusu, dünyanın namusu kurtulmuştu…
Odaya geçebilir miydi artık?
O çivi yerinde miydi değil miydi? Totem yapmıştı.
Fala inanmazdı, fal baktıranları küçümserdi. Burçlara inanmazdı. Hiçbir şeye
inanmazdı ama işte bir şekilde bilimden uzaklaşmıştı.
O anda bilimsel metodolojiyi gözetecek durumda değildi. Dört sene boyunca
yaşadığı ve tıpkı diğer evleri gibi duygusal bağ kurduğu bir evine, uzun zaman
sonra giriyordu. O evde yaşadıklarını tekrar yaşıyordu. Bu, yıllardır aklına
gelen bir şeydi. Üstelik o evde kendisi için çok özel bir şeyler yaşamıştı.
Film kopmuştu. Bilimsel metodolojiye yer yoktu o anda, o mekânda.
Bir tek çalışma odasının kapısı kapalıydı. Bu, bir anlama geliyor olabilir
miydi? Bilim katliamı devam ediyordu. Kapıyı açınca direkt olarak çivinin
olduğu yere mi bakacaktı yoksa odada bir göz gezdirip, sonra mı oraya
bakacaktı? İkinciyi seçip heyecana heyecan katmaya karar verdi. Zaten çivi
oyununu başlatarak, heyecana heyecan katmaya başlamıştı. Yeni durum da heyecana
heyecan katmaya heyecan katacaktı…
Kapıyı açtı…
Sol taraftan bakmaya başladı odaya…
Duvarlar çok kötüydü. Kirli denecek kadar solgundu. Evin diğer bölümleri iyi
görünüyorken burası neden böyle kötü görünüyordu? Madem bilimsel metodoloji
ölmüştü, o halde bunu kötüye yorabilirdi. Demek ki çivi yerinde yoktu. Bu da
aslında o kişiyi gerçekte sevmediği, onun da kendisini hiç sevmediği anlamına
gelecekti… Yeliz’in “Yalan” şarkısı karşılıklı olarak ikisini anlatacaktı. Çivi
yoktuysa, o anlamın çıkacağına karar verdi. Abartmayı severdi.
O, orada yaşıyorken, sol tarafta kitaplık vardı. Bir arkadaşı, kitaplığı
salona taşıması gerektiğini, bu sayede eve gelen kişilere ne kadar entelektüel
olduğunu gösterebileceğini söylemişti. Yapmıştı bunu. Dediği de olmuştu ama
aslında o, ortaya koyduğu emeğin insanlarca görülmesini arzu etmişti. Çocuk mu
kandırıyordu?
Sonra pencereye baktı. Pencereyle ilgili düşünecek, hatırlayacak bir şey
yoktu.
Bilgisayar masasını koyduğu yere gelmişti sıra. Bu odada yüzlerce belki de
bin tane film izlemişti. “Haftada dört” diye bir sayıya karar verdi ve bu, 800
falan ediyordu. Tam sayıyla uğraşmadı. En fazla filmi bu evde izlemişti. En
fazla Abbas Kiarostami’nin “Yakın Plan”ından etkilendiğini hatırladı.
Çivi yerinde miydi?
O film bittikten sonra pencereyi açıp bir süre dışarıya bakmıştı. Pencereyle
ilgili de bir şeyler hatırlamış olmuştu işte, dolayısıyla çiviye bakabilirdi
artık.
Çivi yerinde miydi?
Aklına ilk gelen filmin adı “Kırık Çiçekler”di. Çiçekler kırılır mıydı ki?
Eğer çivi yoksa çiçekler kırılmış olacaktı. Varsa çiçekler kokmaya devam
edeceklerdi.
Kokmaya devam ettiler.
Etiketler: öyküler