Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak” adlı filmini, fetiş filmi ilan
etmişti. İlk kez, 2003 yılında, sinemada izlemişti. Yönetmenin o tarihten önce çektiği
iki filmden haberdar değildi. 2002 tarihli film, Cannes’da ödül alınca tekrar
gösterime girmişti. Bu vesileyle haberdar olmuştu filmden.
Adeta koltuğa çivilenmişti. Nefesini tutarak izlemişti
filmi. Bir şey anlamaya çalışmamıştı. Anlaşılmayan bir film de değildi zaten.
Her zaman ayrıntılara önem veren bir insan olmuştu. Hatta bazen manyaklık
düzeyinde…Film, hiçbir şeyde rastlamadığı bir ayrıntı zenginliği sunuyordu ona.
Bir bakış, bir mimik, bir kelime, ağızdan çıkamayan başka bir kelime, bir
karakterin bir nesneyi tutuşu…Romanlarda, sayfalar boyunca ancak
kavratılabilecek durumları bir anda kavratıyordu. “Başyapıt başka nedir ki?”
diye düşünmüştü.
Bazen filmi, çok iyi
bir komedi filmi olarak görüyordu. Ne zaman; zihnini karmaşık, kafasını yüklü,
kalbini yıpranmış hissetse izlerdi filmi. Kendisine bir ödül veriyormuş gibi
izlerdi. Evdeki bütün pratik işleri halleder, sevdiği yiyecek içeceği hazır
eder, telefonu kapatır, adeta bir ayin gibi izlerdi filmi.
-Baran, sen sinemadan anlıyorsun. Güzel bir film aç da
izleyelim…
Bir keresinde evdeki arkadaş grubu böyle bir öneriyle gelmişti.
Halil Taşdelen, Zahide Candan ve Osman Toy evdeydi o an. Talha Uygun da vardı ama o,
bilgisayarda çet yapıyordu. Aklına “Uzak” gelmişti. Sonuç fiyasko oldu. Halil,
filmi daha önce iki kere izlemiş olmasına rağmen sesini çıkartmamıştı ve
ilgiyle izliyor görünmüştü. Bazı sahnelerdeki ayrıntı zenginliğinin altını
çizmek için bir takım cümleler kuruyordu.
Arkadaşlarına, filmi sevsinler diye
yatırım yapıyordu. Film başladıktan yarım saat sonra, Osman Toy “bu ne yaa?”
diye bir cümle kurdu. Zahide Candan da “çok sıkıcı” diye ona destek oldu. O an
kendisini çok kötü hissetmiş ve bir daha kimseye film tavsiye etmeme kararı
almıştı. Bu kararı sonra defalarca çiğnedi ama…
Uzun süredir “Uzak”ı izlemediğini fark etmişti. O günlerde televizyonda
gördüğü insanların aptallıklarından dolayı eziliyordu. Etrafında bir aptallık
bombardımanı vardı. Terapi niyetine “Uzak”ı izlemeye karar verdi. Filmle ilgili
de pek bir şey hatırlamıyordu. “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”ı
izlerken, bir gün hafıza sildirmenin mümkün olması halinde ilk ne yapacağını
sormuştu kendisine.
- “Uzak”ı unutur tekrar izlerim, diye düşünmüştü.
İşte film başlamıştı…
Yusuf göründü ekranda. Yaklaşık üç buçuk dakika sürdü bu
sahne. Nuri Bilge sinemasına sıkıcı diyenler geldi aklına. Cem Yılmaz’ın
“filmlerini 4X’te izliyorum” esprisi de geldi aklına. Cem Yılmaz’a karşı
mesafeli duruşuna hak verdi bir kez daha. Hiç gösterisini izlememişti. Bir iki videosuna
insanların yarıldığını görmüştü fakat o hiçbir şey hissetmemişti. Gösterilerini
izlemeye karşı direnmişti. Neden durup dururken kendisini topluma yabancı
hissedecekti ve mutsuz olacaktı ki…Zaten yeterince hissediyordu. O üç buçuk
dakika boyunca hiç sıkılmadan kasabanın görüntüsünü izledi. Her bir nesneye
ayrı ayrı odaklandı. Evler ahşap mıydı ne? Caminin iktidar ilanı ne kadar da
tipikti…Köpekler susmuyordu. İlçelerde geçen ve kayıp olarak düşündüğü dört
senesi geldi aklına. Taşraya tahammülü yoktu.
Mahmut’un evine döndü birden film. Bir kadınla “takılıyordu”
Mahmut. Kanepenin üzerine bulaşmış olan spermlerini siliyordu. Kadın flu
görülüyordu. “Ne önemi var” dediğini düşündü yönetmenin. Film, iki karakter
üzerine odaklanacaktı ve ilk sahnelerdeki sunumları tipikti. Yusuf, daha ilk
sahneden o “olmamışlık” duygusunu seyirciye aktarıyordu. Mahmut’un da çok
erdemli bir insan olmadığı daha ilk sahneden anlaşılıyordu. Gerçekten öyle mi
düşünüyordu? Mahmut’a kızıyor muydu film boyunca? Bu konuda neler hissedeceğine
dikkat etmeye karar verdi.
Kapıcının kadına bakışı dikkatini çekti sonra. O bakış,
aklına Orta Anadolu’yu getirtti. Orta Anadolu’ydu o bakış. O üç saniye boyunca,
yönetmen sanki Orta Anadolu’nun tarihini, sosyolojisini anlatmıştı. Günlerdir
Orta Anadolu’da bulunması ve bunalması mıydı ona bunu hissettiren? O günlerde
ısınan siyaset, Orta Anadolu’nun aslında olmayan “kültürünü” iyice gözlerinin
içine sokuyordu.
Mahmut kötü biriyse eğer bu kötülük parlatılmaya devam
ediyordu. Annesinin tele sekretere bıraktığı mesajlara karşı duyarsız kalıyordu
Mahmut. O da bazen annesine dönmüyordu. Çünkü diyalogları tahmin edebiliyor ve
gereksiz buluyordu. Mahmut’a mı yakındı Yusuf’a mı? Birisine yakın olmak
zorunda mıydı? Film, taraf seçmeye zorlamıyordu ki izleyiciyi…
Seramik fotoğrafçılığı yapıyordu Mahmut. Tarkovski gibi
filmler çekme hayalleri varken inşaat şirketine seramik fotoğrafçısı olmuştu.
-Kötü bir insansa eğer, haklı sebepleri var, diye içinden
geçirdi.
Mahmut’un, şirkette, çektiği fotoğrafları gösterdiği sahneye
bayıldı. Orada gerçekten evrensel bir sahne var diye düşündü. Mahmut’un, adamın
fotoğraflara baktığı anda hissettiği tedirginlik hali çok etkileyiciydi. Yaşanmayacak
bir diyaloga tanık olmuştu. Adam tuhaf bir cümle kurup, Mahmut’a neden bu
ülkede Tarkovski olamayacağını anımsatmıştı sanki. Mahmut’un, masanın
üzerindeki kataloglara bakar gibi göründüğü acemice halleri sayesinde bu
diyalogu izlemeden sezmişti. Adam o tuhaf cümleyi, kurmadan kurmuştu. Mahmut da
o cümleyi, cümle üretilmeden duymuştu.
Bu filmin iki tane senaryosu olmalı diye düşündü o an. Bir
görünürdeki senaryo bir de hissedilen…Yusuf’un, Mahmut’un evinin önüne gelmesi
ve sonra kapıcıyla aslında girmediği ama paralel evrende girdiği diyaloglar
sayesinde bu düşüncesi pekişti. Yusuf yere bakarken ve de kapıcının
söylediklerini anlamıyorken; kapıcı da sıradan cümleler kurup aslında Yusuf’a
nasıl bir insan olduğunu ve de gelecekte onu nelerin beklediğini ima ederken paralel
senaryo işliyordu işte.
-Aynı anda iki film çekmek ne kadar da zor olmalı, diye
düşündü.
Yusuf’un, kızı ilk gördüğü sahne başlamıştı işte. Sokakta
birisini bekleyen kızın eteği dikkatini çekti. Bol paltosu ve tuhaf topuklu ayakkabıları…2002
yılında 80’lerin modası sanki asırlar öncesinden gibi geliyordu ona. 2014
yılında 2002’nin modasının o kadar da eski gibi gelmemesini tuhaf buldu. Yusuf’u
birden güneş gözlüğüyle gördü. Bu filmde gerçekçilik duygusunu sorguladığı tek
sahne bu olmuştu. Zaten filmlerde kapalı mekanda veya kapalı havalarda güneş
gözlüğü takan birisini görürse hemen o filmden soğuyordu. Yönetmen o sahneyi
karikatürvari bir sahne olsun diye planlamıştı ama ona bazen özensizlik gibi geliyordu.
Kız, Yusuf’un yanından geçerken alarmı çalan araba ve
Yusuf’un rezil olması sanki Yusuf için bir başlangıç gibiydi. Alarmı kapatmak
için balkona çıkan adamın atleti yine kısa sürede çok şey anlatan sahnelere bir
örnekti. Çok acemice el kol hareketleri yapıyordu. Amatör oyuncularla
çalışmanın zorluğunu bu sahnede bir kez daha anladı.
Nihayet iki karakter karşılaşmıştı…Yusuf, apartmanın
içindeki masada uyuyakalmıştı. O masa, kapıcının masasıydı ve apartmanla ilgili
her şeyi bilmesini sağlayan nesneydi. Kapıcı da zaten sanki herkesin özel
hayatıyla ilgili her şeyi bilmek isteyen bir Orta Anadolu’ydu…
-Memlekette ne var ne yok?
-Her şey bildiğin gibi…
Bu diyalog, filmin ve hayatın özeti gibiydi. Her şey sürekli
değişirken bazı şeyler sanki değişime inanılmaz bir direnç gösteriyorlardı.
Türkiye’de her şey böyle oluyor, diye düşündü. Aklına bir kitaptaki bir cümle
geldi. 1980 yılında Afrika ülkeleri hariç nüfusunun %80’i köylü olan tek ülke
Türkiye’ymiş. Üstelik ekonomik olarak buna mecbur değilken…Bu ülkede Tarkovski
olamıyorsun ama “Uzak” için malzeme bol işte, diye de düşündü.
2001 krizi ile ilgili konuşuyorlardı. Fabrika, 1000 kişiyi
işten atmışmış. Aklına kendi durumu gelmişti. Üniversiye hayatı boyunca ekonomik
olarak en rahat dönemini 2001 yılında yaşamıştı. Bilkent Üniversitesi’ne giden
bir zengin çocuğunun, para karşılığında ödevlerini yapıyordu. İki, üç saatini
alan bu iş; başka hiçbir ek iş yapmadan ona geçinmesini sağlıyordu.
Mahmut’un pasif direnişe geçtiği ilk sahne başlıyordu işte.
Yusuf’a “gemi işiyle” ilgili sorduğu sorular Yusuf’u fena halde köşeye
sıkıştırıyordu. Destekler gibi görünürken tek düşüncesinin Yusuf’un bir an önce
gitmesi olduğunu seyirciler anlıyordu da Yusuf anlamıyordu sanki.
Mahmut’un kötü bir insan olup olmadığıyla ilgili ne
hissedeceğine dikkat edecek olması aklına geldi. Kendisini düşündü. Bir
keresinde birisinin yanında bir süre kalmak zorunda kalmıştı. Bir keresinde de
birisi onun yanında bir süre kalmıştı. Ona nasıl davranılmıştı ve o nasıl
davranmıştı? Mahmut gibi mi? Yusuf gibi mi? Mahmut’a daha yakındı sanki. Birisi,
onu kovmak isterse bunu anlayabileceğine inanıyordu. Birisiyle beraber kalma
fikrine hiçbir zaman sıcak bakmamış bir insandı. Ne kadar tanırsan tanı,
beraber kalmadan bir insanı tam olarak tanıyamazsın, diye düşünürdü. Buna
mecbur kalmadıkça, bundan uzak durmaya kararlıydı. Belki, Mahmut gibi pasif
direnişe geçerdi. Bu, onu kötü bir insan mı yapıyordu? Bir yerde bir insanın
duyarsızlığı varsa, başka biri de onu düzeltmeye çalışıyorsa sürekli, orada
kötü bir insan var mıdır? Varsa kimdir? Kafasında bu sorular dolaşıyordu.
-Hep siz mi gezeceksiniz?
Bu soruyu soran Yusuf, kimsenin “hayır öyle değil”
diyemeyeceği kültürel yabancılaşmanın altını çiziyordu. Kültürel farklılıklar
çoğunlukla aşılmaz bir dağ oluyordu.
-Öteki tuvaleti kullan…
Mahmut’un ilk akşamdan Yusuf’un ayakkabılarını koklaması ve
onlara deodorant sıkması da biraz abartı mıydı ne? Cevabını veremediği bir soru
daha olmuştu bu.
Yusuf sokaklara çıkmıştı işte. Yoğun bir şekilde kar
yağmıştı. Filmleri izlemeden önce mutlaka imdb.com sitesinden “Trivia” bölümüne
yani “önemsiz ayrıntılar” bölümüne bakardı. Oradan, yönetmenin karda çekimler
yapmak gibi bir düşüncesi olmadığını ama hazır yakalamışken o fırsatı
kaçırmadığını öğrenmişti. “Uzak” gibi sermayesini gereksiz –gibi görünen-
ayrıntılara yatıran bir film için “Trivia” bölümüne bakmanın ironik olduğunu
düşündü ve gülümsedi.
O karın, 2002’nin ilk günlerinde yağdığını da Ekşi
Sözlük’ten öğrendi. Acaba o tarihlerde ne yapıyordum diye düşündü. İstanbul’da
fetiş filminin çekildiğinden haberi yoktu elbette.
Tofaş taksi dikkatini çekti birden. Büyük oranda Hyundai
Accent’e yerlerini terk eden Tofaş taksiler ne kadar da estetik yoksunu
göründüler gözüne…Tofaş’lar trafikten toplatılmalı ve imha edilmeli diye
düşündü o an. O Tofaş’ların lümpen bir kültürün yaratımında önemli oranda
katkıları vardı çünkü. Arabaların ruhları olduğunu yıllardır düşünüyordu zaten…
İstanbul’u keşfetmeye çıkan Yusuf, Sultanahmet Meydanı’na
gidiyordu. Yusuf’un sevgililere odaklandığını görüyordu. Taşrada asla
yaşayamayacağı türden romantik yakınlaşmalara nasıl da aç bakıyordu
Yusuf…Ölürdü oradaki çocuğun yerinde olmak için…Alman Çeşmesi’ne doğru
yürüyordu. Kısa bir an için Alman Çeşmesi’nin siyasi boyutunu düşündü.
Eve gelen Yusuf için Mahmut sanki cepheyi kurmuş gibiydi.
-Şu çorapları, ben kaloriferin üstüne asacaktım ama çok
ıslandı ya!
-İyi, as…
Bu diyalogun, filmin ne kadar da güçlü olduğunu kanıtlayan
bir şey olduğunu düşündü. Biraz sonra yapmayı düşündüğü bir eylem için
“asacaktım” diye cümle kuran Yusuf’un bu hatası, bir senaryo hatası olamazdı.
Kendisini iyi hisetmeyen Yusuf’un, yabancılaşmadan dolayısıyla kendisinde
olmamasından kaynaklanan doğal bir hataydı. Yusuf, kendisinde değildi. Dengesi
şaşmıştı. Kameraya sırtı dönük olan Mahmut’un bir, iki saniye boyunca verdiği
es ve sonra “iyi as” demesi yani aslında “seni burada istemiyorum ve
küçümsüyorum Yusuf” demesi, bir başyapıta yakışacak şekilde planlanmış diye
düşündü.
Entelektüel sohbet sahnesi başladı nihayet. Telefonda “hatun
falan da olacak mı?” diye soran Mahmut’un umduğunu bulamadığını gördü. İddiasız
bir masa ve kutu bira veya ucuz şarap içen dört, beş erkek görülüyordu.
Mahmut’la tartışıyor gibi görünen kişinin sanki idealleri devam ediyor gibiydi…
-Sen gitmiyorsun diye hayat devam etmiyor değil!
“Sen Tarkovski olamadın diye kimse olamayacak diye bir şey
yok” demek istiyor. Yusuf’un yüzündeki dehşet ifadesini filmde bir daha o kadar
yoğun görmedi. Diyaloga o bile yabancılaşmıştı.
İşte en meşhur sahne başlıyordu…Tarkovski’nin “Stalker”
filmini açıyordu Mahmut. Yusuf, boş gözlerle bakıyordu filme…O da “Stalker”ı iki
kere izlemiş ama “anlamamıştı”. O sahnenin her bir anının dahice çekildiğini
düşünmüştü hep. Yine ilgiyle izlemeye başladı. Yusuf’un uykusunu getirmeyi
başaran Mahmut, o içeriye girince porno filmi açıyordu. O sahne bir kişilik
labaratuvarı mıydı? Porno izlemek ne demekti? Erkeklerin neredeyse hepsinin
porno izlediğini düşünüyordu, biliyordu. Mahmut, kötü bir insansa eğer onu kötü
insan yapan şey porno izlemesi miydi? Eğer öyleyse “çok ucuza gittiğini”
düşündü. Sonra Yusuf’un kalkması ve Mahmut’un telaşlı halleri…Bir kere bile
güldürmeyen ama muhteşem bir komedi filmi olan “Uzak” neredeyse güldürecekti.
Yusuf’un Türk filmine ilgi göstermesi, karate filmine odaklanması ve sonra
Mahmut’un onu tekrar paketlemesi unutulacak gibi değildi. Unutmamıştı da zaten…
Mahmut’un yine Yusuf’un işlerini sorguladığı ama aslında ona
saldırıya geçtiği sahnede iletişimin artık kopmaya başladığını hissetti. Yusuf
da biraz hayal aleminde dolaşıyor gibi göründü gözüne. Benim, aramda kültürel
uçurum olan bir tanıdığım, yanıma gelse ve belirsiz bir süre boyunca, olmayacak
bir işin peşinde koşacağı anlaşılsa ne yapardım diye düşündü. Gemilerde
çalışmak için, üniversitede hocasının, kaçışın sembolü dediği aklına geldi.
Mahmut, pasif direnişi iyice yükseltmeye kararlı gibi görünüyordu. Yusuf’u kapı
ardından dinlerken kapının açılması, Mahmut’un mutfağa koşması ve fare için
yere sürülmüş olan yapışkana basıp düşmesi, filmin, tarif edilemez mizahının
örneklerindendi.
-Amına koduğumun faresi…
Başka Nuri Bilge Ceylan filmlerinde de küfür var mıydı diye
düşündü. “Üç Maymun”da vardı sanki diye aklına geldi…Zeki Demirkubuz filmi olsa
cevabın ne kadar da kolay olacağı aklına geldi: Hangi filminde yoktu ki?
Film, Mahmut’u bombalamaya devam ediyordu. En azından öyle
gözüküyordu. Eski karısıyla olan sahnesinde acı kürtaj olayı üzerinden Mahmut’u
sıkıştırıyordu. İzleyenin, Mahmut’u hiçbir şeye değer vermeyen bir insan
olduğunu düşüneceğini düşündü ama o, filmi izlerken, hiçbir zaman insafsızca
yargılamamıştı Mahmut’u.
Bu diyalogtan sonraki sahne hem görsel açıdan benzersiz bir
şeydi hem de Mahmut’un o kadar da duygusuz bir insan olmadığını anlatıyordu. O
öyle hissetmişti.
Mahmut’un Yusuf’u da yanına alıp Anadolu’da bir yerlere
fotoğraf çekmeye gitmeleri birçok şeyin değiştiğini düşündürdü ona. Yusuf,
gemilerde iş bakmaktan vazgeçmişti. Mahmut da “iş olacağına varır” diye
düşünüyordu sanki. Yoksa birbirlerine alışmaya mı başlıyorlardı? Yusuf’a
bıraksan ömür boyu orada kalabilecek gibiydi. Hayır, hayır…O mutlaka bir gün
evlenip, “düzen kurmak” isteyecek biriydi. Mahmutunki gibi bohem bir hayata
gelemezdi. Bu sahneler boyunca Nuri Bilge Ceylan, görüntü çalışmıştı bol bol.
“Adam işi biliyor” diye düşündü. Yusuf’un parayı fazla bulması, yine film
tarafından ona yapılmış bir yatırıma benzedi ama o hala Yusuf’un bir melek
olmadığını düşünüyordu.
Sonraki sahnelerde Yusuf’un kaderinin çizildiğini düşündü.
Yusuf adım adım kaybediyordu. İlk büyük hayal kırıklığını Gezi Parkı’nda
yaşıyordu. Hoşlandığı kızı takip ediyor ve ona doğru, “açılmak” üzere,
hareketleniyordu. Tam o esnada sevgilisi olduğu anlaşılan başka bir erkek,
kızın yanına geliyordu. Yusuf’un halleri yine görülmeye değerdi. Amatör bir
oyuncu iken Cannes’da ödül olan Mehmet Emin Toprak’ın çok iyi iş çıkardığına
bir kez daha ikna oldu.
Eve “kadın atacak” olan Mahmut’un Yusuf’u arayıp “saat 10’a
kadar oyalan” demesi de Yusuf’a iyice kendisini yabancı hissettirmiş olmalı
diye düşündü. Böyle bir şey var mıydı ki? Yusuf, istenmediğini hissediyor muydu
ki? Hissetse ne yapacaktı ki? Kovulana kadar orada kalmaktan başka yapacak bir
şeyi yoktu. İyi ve kötü insanı bir daha düşündü…Her zamanki gibi işin içinden
çıkamadı.
Mahmut dışarıdayken evi kirleten, salonda sigara içen,
sifonu çekmeyen Yusuf; Mahmut’a kozları birer birer veriyordu. Yine kendisini
düşündü…Salonda sigara içen bir kalıcı misafir…Sifon bile çekmiyor…Acaba fazla
mı pimpirikliydi? Sonra rahatladı. Çünkü o eve gelen misafirlere salonda sigara
içiriyordu. Arabada da. Hatta arkadaşı Kadir Bekar ona sormadan sigarayı
arabada yakıyordu, o da bir şey demiyordu. Demek ki fazla pimpirikli biri
değildi. Oh be, rahatlamıştı!
-Ha siktir!
Dudaklarıyla belli belirsiz böyle diyordu Yusuf. Mahmut’la
mutlak kopuş sağladıkları diyalog sonunda…Mahmut, Yusuf’a ne olup bittiğini, iş
bulma işini ne yaptığını soruyordu. O da acemice geveliyordu. Seramik
şirketinde bir bekçilik işi olup olmadığını sormasını rica eden Yusuf’a, son
darbeyi vurmaya karar veriyordu Mahmut. Onu yerin dibine sokarak, dahası
taşralı zihniyeti asalak, işe yaramaz ilan ederek Yusuf’u gurur yapmaya itmek
ve ondan kurtulmak istiyordu.
-Bundan sonra mutfakta da sigara içmek yok. Ben bıraktım
çünkü.
Çaresiz kalan Yusuf’un, ayakkabısını dolaba koyması onu çok
etkiledi. Zaten o sahnenin tamamı her zaman çok etkilemişti onu. Her saniyesini
durdurup; söylenenler, gösterilenler üzerine dakikalarca düşünebilirdi…Yaptı
da…
Mahmut’u zalimce bulduğum sahne geldi işte. Kaybolan saat
için, Yusuf’a “çaldın” iması yapması ve saati bulunca da Yusuf’a söylemeyip,
onun kendisini kötü hissetmesini sağlaması…
Yine onun yerine kendisini
koymayı düşündü. O, olsa böyle numaralara başvurmak yerine açık açık
söylemeyi tercih ederdi diye düşündü. Yani kovar mıydı?
Mahmut’un Yusuf’un çantasını toplaması çok hüzünlü bir
sahneydi onun için. Açık açık söylemek yerine mesaj veriyordu. Eşyalarını
paketlenmiş bir şekilde görünce, Yusuf’un yüzüne fazla odaklanmaması, o
saniyelerden insanlığın tarihini anlatmaması, filmin eksikliklerinden biridir
diye düşündü. Bunun, yapılabileceğini düşündü. O, araya sıkıştırılacak bir iki ayrıntı
yine seyircileri darmadağın edebilirdi…
Fare de yakalandı.
Fareyi atma görevi de Yusuf’a düştü. Poşet içindeki fareyi
çöpe atınca etraftaki kedilerin hareketlendiğini gören Yusuf’a, film, yine
torpil geçiyor ve ona vicdan yapma fırsatı sunuyordu. Vicdan yapıyordu ama
misafir kaldığı evde sifonu çekmiyordu…Seyirci olarak, ne yapacaklardı şimdi?
Cem Yılmaz’ın 4X’te izlediği sahneler başlamıştı işte. Evi
terk eden Yusuf’un sigarasını bulan Mahmut, Fındıklı Parkı’na gidiyordu. Bir
yanda Molla Çelebi Camii, diğer tarafta Tophane Çeşmesi…Ortada bankta oturan
Mahmut dalıyordu dakikalar boyunca. O; hayatın anlamını, insanlığın gidişatını
düşünürken Cem Yılmaz, illa da bir şeyler olsun istiyordu. Bir hareket, bir
söz, bir değişim…İnsanlığın şımarıklığı burada diye düşündü.
Bir şeyin “olması” için illa da bir “şeyin” olması
gerektiğini düşünüyorlardı…
“Uzak”ı neden seviyordu çok?
Çünkü bir şey olmuyormuş gibi bir hali varken aslında çok
şey olduğunu anlatabiliyordu seyirciye. Herhalde bunun için seviyordu çok.
Ayrıca,illa bir şeyler olmak zorunda mıydı?
Etiketler: baran doğan, nuri bilge ceylan, öyküler, uzak, uzak hikaye