Uç örneklere bakarak, ortalamayı belirlemeye çalışmak doğru
bir yöntem olmasa gerek. Uç örnekleri görmezden gelmek anlamına gelmemeli bu
çünkü her şeyin uç örneği yoktur.
Bir insanın, silahını çekip sinema perdesinde sevdiği oyuncunun
düşmanına silah sıkması uç bir örnek midir? Ee, tabi ki!
Erol Taş’ın sokakta dayak yediğini biliyorduk da bunu
bilmiyorduk.
Yılmaz Güney’den, “Çirkin Kral”dan bahsediyorum.
Türk sinemasındaki sosyal fenomen haline gelmiş dört oyuncu
olduğunu iddia etmiştim: Türkan Şoray, Kemal Sunal, Müjde Ar ve Yılmaz Güney…
Yılmaz Güney hariç diğerlerinin hayat hikayesini ve
sanatlarının sosyo-politik boyutlarını incelemiştik. Yılmaz Güney de
darılmasın. Severim kendisini çok.
1999 veya 2000 yılında bir ödevim vardı. Araştırma
Teknikleri adlı bir derste, bir konuda bir ödev hazırlamam gerekiyordu. Yılmaz
Güney’i ele almayı seçmiştim. Bunun için kaynak bulmam gerekiyordu. Ankara
Milli Kütüphane’ye giderdim. Şimdiki sistem nedir bilmiyorum ama o zaman kitap
için bir form dolduruyordunuz, iki saat sonra geliyordu ve günde üç kitap
isteyebiliyordunuz. O kitabı da üç saat sonra geri vermeniz gerekiyordu. Deli gibi
bir hızla okuyordum o kitapları. Şimdi İnternet sayesinde bilgi çok
yakınınızda. Pdf formatında kitaplara ücretsiz ve çok hızlı erişebiliyorsunuz. O
zaman çok zahmet çekmiştim. Şimdi daha mı iyi oldu bilemiyorum. Şu anda bir
bilgi çöplüğü var. İnsanın başını döndürüyor. Dersten de kalmıştım bu arada.
Bu ödev sayesinde ve izlediğim filmleri sayesinde Yılmaz Güney’e
büyük bir hayranlık beslerim.
İnceleyelim bakalım…
Aslında bu eksikli bir yazı olacak benim adıma çünkü ben
Yılmaz Güney’in oyunculuğuna değil yönetmenliğine hayranım fakat bu yazı serisi
fenomen oyuncularla ilgili. Yılmaz Güney, yönetmenliğiyle değil oyunculuğuyla
fenomen olmuştur. Oraya odaklanmak zorunda kalacağım.
Yılmaz Güney’in 1931’de mi 1938’de mi doğduğduğu belirsizdir. Adana’da
doğmuştur. Babası Urfalı Kürt, annesi Muşlu Zazadır. Babasının kan davası
vardır. O yüzden ileride hayatında belirleyici olan silahla birlikte büyür. Bu olay
sinemasını ve işte o bizim bahsettiğimiz fenomenliği etkilemiştir.
Yılmaz Güney’de bir çift kişilik durumu vardır. Hem bir
entelektüel hem de lümpendir. Lisedeyken bisikletiyle seyyar sinemacılık
yapmıştır. Çok film izlemiştir tıpkı Tarantino gibi “When people ask me if I
went to film school, I tell them "No, I went to films." Sinema
duygusu diye şu anda uydurduğum bir kavram/olgu vardır. Tarantino’da olan o şey
işte Yılmaz Güney’de de vardı.
Kısa bir Ankara Hukuk macerasından sonra kısa da bir İstanbul
İktisat macerası oluyor Güney’in. İstanbul’a geldiğinde aslında kafasında ve
yüreğinde edebiyat vardır Yılmaz Güney’in. Öyküler yazmaktadır, romanlar
yazmayı planlamaktadır. Hatta bir öyküsünde, komünizm propogandası yaptığı
gerekçesiyle hapis ve sürgün cezası alır.
İstanbul’a gelen genç Yılmaz edebiyat çevreleriyle ilişkiye
geçer. Bunu yaparken aynı zamanda sol siyaset çevreleriyle ilişkiye geçmesi
tuhaf değildir de lümpen, gangster çevrelerle de ilişkiye geçmesi tuhaftır. Bu
ilişki ileride kendisine toplumsal vaka olmayı sağlayacaktır.
Yılmaz Pütün bir şekilde Atıf Yılmaz’la tanışır. Atıf
Yılmaz, kendisine yönetmen yardımcılığı teklif eder. O esnada Güney’in aklında
oyunculuk yoktur. Kimsenin aklında onun oyuncu olmasıyla ilgili bir şey yoktur.
1959 yılında bazı filmlere senaristlik de yapmaya başlar Güney.
O yıl eş zamanlı çekilen “Bu Vatanın Çocukları” ve “Ala Geyik” adlı filmlerde
oyunculuk da yapmaya başlar. Türk sinemasında böyle tesadüf hikayeleri çoktur.
Dört fenomenimizden birisi olan Türkan Şoray, bir gün, filmlerde figüranlık
yapan komşusunun kendisini sete götürmesiyle fenomen olmuştur.
Atıf Yılmaz’ın ittirmeleriyle ve bir takım tesadüfi hamleler
sonucunda, içinde edebiyat ateşi yanan Yılmaz Güney, sinema oyuncusu olmuştur.
Türkiye’de yeni çıkış yapan bir sinema oyuncusu (ne o
zamanlar ne de şimdi) kafasındakileri hayat geçirmek için dayatmacı olamaz.
Yılmaz Güney de yeni başlayan biri olarak kafasındakileri hayata geçiremedi
elbette. İşin gerçeği, kafasında “nasıl bir oyuncu olmak istiyorum?” sorusunun
cevabı da yoktu.
Filmografisine baktığımızda 1963 yılında çektiği “İkisi De
Cesurdu” ve bir yıl sonra çektiği “On Korkusuz Adam”a odaklanmamız lazım. Kitaplarda
öyle yazıyordu çünkü. İDC, Yılmaz Güney’e fenomenlik yolunu açan “halkçı”
avantürün ilk örneğidir. Anadolu’nun bağrından kopmuş bir genç adam, dünyalara
karşı mücadele eder. “On Korkusuz Adam”da Yılmaz Güney başrol değildir. “Konyakçı”
lakaplı bir karakterdir. Ermeni konyağına taparım bu arada. Çok fazla konuşmaz
ama “kuul” tavırlarıyla seyirciyi büyülemiştir.
Bölge işletmecileri, Konyakçı karakterindeki potansiyeli
sezmişler ve İstanbul’daki prodüktörlere işareti vermişlerdir. Yeri gelmişken
bahsedelim: Yönetmen Halit Refiğ’e göre dünyada “taban demokrasisi”ne sahip tek
sinema Türk sinemasıdır. Bölgesel işletmeciler, halkın nabzını ölçerlermiş ve
yukarıya bu eğilimlerden bahsederlermiş. İstanbul’daki prodüktörler de halk
neyi istiyorsa onlara onu verirmiş. Bu değerlendirmede doğruluk payı vardır ama
tam olarak böyle değildir. Ayrıca bu, iyi bir şey de değildir. Halka bir şey
verecekken, ona fikrinin sorulmaması gerektiğini düşünüyorum. Olmayan bir şeyi
nasıl sorabilirsiniz ki?
Neyse Yılmaz Güney, bu “Konyakçı” karakterinin gördüğü
inanılmaz ilgi sayesinde aranan bir oyuncu olmaya başlamıştır. Hatta “Konyakçı”
diye bir film bile çekilmiştir.
Yılmaz Güney’i 1970 yılında çektiği “Umut” filmine kadar
incelememiz gerekecek. Bu tarihten itibaren Yılmaz Güney’in sinemasında
sosyalist ideolojinin etkileri artmaya başlayacaktır ve o tarihten önceki “Çirkin
Kral” dönemi diye adlandırılan avantür filmlerin devri kapanacaktır.
Çirkin Kral dedik. Yılmaz Güney, çirkin midir?
Geçen Müjde Ar ile ilgili yazımda Müjde Ar’ın fiziksel
özelliklerini ele aldığım paragraf okuyucudan büyük ilgi gördü. Onun sanatı ve
sanatının sosyo-politik boyutuyla ilgili çok fazla laf eden olmadı. Neyse sorun
değil. Tekrar soralım, Yılmaz Güney çirkin midir? Bu lakabı kendisi bulmuştur.
Bir röportajda “Ayhan Işık, ben sinemanın kralıyım diyor, ne diyorsunuz?” diye
sormuşlar. O da “Ben de sinemanın çirkin kralıyım.” demiştir. Bu isimde iki
filmi vardır. “Çirkin Kral” ve “Çirkin Kral Affetmez”.
O dönemdeki jön tipolojisine uymadığı için “çirkindir”. Yani
bebek yüzlü, sinek kaydı traşlı, çoklukla sarışın/kumral tiplerdi. Göksel
Arsoy, Ediz Hun, Tamer Yiğit gibileri düşünün. Yılmaz Güney çirkin bir insan
değildir ama tip olarak Anadolulu olduğu için diğerleriyle bir uyumsuzluk
gösterir.
Bu uyumsuzluk seyircide öykünmeye yol açtığı için fenomenlik
gelmiştir.
Tip olarak benzerlik dedik. Sosyal fenomen olunmuşsa
filmlerindeki hikayelerde de bir şeyler olmalı. Yılmaz Güney’in bu dönemdeki
filmleri için “halkçı avantür” tabirini kullandım. Böyleydi işte. Vurdulu
kırdılı hikayeler ama illa ki dürüst bir yan var. Yılmaz Güney karakterleri
şerefsiz olmazlar. Bir mücadele vardır mutlaka. Mücadele eden mahallenin çocuğu
Yılmaz, mücadel edilen de her türlü zalimdir.
Ayrıca Yılmaz Güney, sürekli ilişkide olduğu mafyatik
tipleri çok iyi gözlemlemiş, onları idealize ederek ilgi çekici hikayeler
üretebilmeyi başarmıştır. Bir dönem kumarhane sahibi olduğunu biliyor muydunuz?
Yılmaz Güney’in bu dönemdeki filmleri birer sosyal vaka
haline gelmişlerdir. Hiçbir sinema oyuncusunun sahip olamadığı bir sevgi seline
maruz kalmıştır Yılmaz Güney. Kendisi açıkça solcu olmasına rağmen, sağ
kesimlerden de büyük bir sevgi seline maruz kalmıştır. İlk karısı Nebahat Çehre
bir gün kendisini terk eder ve trenle şehir dışına çıkar. Güney arabayla treni
yakalar ve önüne geçer. İleride bir yerlerde arabayı trenin önüne çeker. Tren zor
bela durur. Bu, çok çılgınca bir harekettir. Makinistler bu çılgını öldürmek
üzere aşağıya indiklerinde Güney’i görürler ve selam çakarlar. 12 Mart
sonrasında Mahir Çayan ve arkadaşlarını arayan askeri grup, Güney’in zilini
çalarlar. “Aa, siz miydiniz Yılmaz abi. Kusura bakmayın rahatsız ediyoruz da.
Mahir Çayan ve arkadaşlarını arıyoruz. Kusura bakmayın. Özür dileriz” / “Yukarıdalar”
(gülerek) / “Tekrar iyi akşamlar.” (gülerek)
Halk, onun filmlerinde hem kendisini hem de olmak istediğini
görmüştür. Filmlerini inandırıcı bulmuştur. Tıpkı Kemal Sunal’da olduğu gibi.
Müjde Ar’da ve Türkan Şoray’da böyle olmamıştır ama.
Sapiens türü kendisine bir şey anlatılmasına bayılır. Bu
anlatılan şeyde kendisinden bir şeyler bulursa daha da bayılır. Kendisini
görmeye ve kendisini gördüğünü zannetmeye bayılır Sapiens. Çirkin Kral’da bunu
yakalamıştır. Hayaller ile gerçekleri yan yana koyabilme imkanı bulmuştur bu
filmlerde. Muhtemelen ondan dolayıdır ki aşırı ilgi göstermiştir.
Her zaman söylüyoruz, starın da potansiyel sahibi olması
lazım. Yılmaz Güney; potansiyel, yaratıcılık ve karizma sahibiydi. Bu sonuç
çıktı ortaya.
Yılmaz Güney, “Umut”tan sonra yönetmenliğe ve sosyalist
siyasete ağırlık verdi. Birkaç tane daha Çirkin Kral filmi çevirdi ama o dönem
bitmişti artık. Bu dönemi başka bir yazıda inceleriz belki. Yani asıl, gerçek, “samimi”
“Yılmaz Güney Sineması” başlıklı yazı başka bir zaman yazılacak.