HARİKA BİR GÜNDÜ 7 : KUZGUNCUK
Giriş notu 1: Yazım yanlışlarını kontrol edemeyeceğim.
Giriş notu 2: İtiraf etmem gerekirse yazılarıma yorum
yapılmazsa işime gelir. Bilmiyorum bunu silebilirim sonra. Veya ben cevap
yazmazsam “ayıp olmayacağı” anlaşmasına varalım. Sayfalar gibi. Aslında ben
profilimi sayfaya mı döndürsem? “Sinek ikilisi” veya “nitelikli goygoy” isminde
bir sayfa…
Mahalle dizilerinin doğal platosu Kuzguncuk semtiyle ilgili
ne düşünüyorsunuz?
Benim ne düşündüğüm ile ilgili ölüp ölüp diriliyorsanız bu yazıyı okuyabilirsiniz.
Geçenlerde bir Kuzguncuk turu yaptım. Rehberim daha önce
bahsettiğim “İstanbul Hakkında Her Şey” adlı kitaptır.
Başlıyoruz. Sarıgazi’den 11ÜS’e zıpladım. 11Üs’e
zıplayamazsınız gerçi. Bir şekilde kütlenizi bir yere yerleştirirsiniz ve inene
kadar o şekilde kalırsınız. Mısır heykelleri gibi tuhaf beden hareketleri
şeklinde gider halk. Ayrıca erkekler bile hamile kalabilir…Bir keresinde inene
yer vermek için kapıdan inmiştim ve bilet bastığım otobüse geri binememiştim. Ayrıca
evet #rolonkullan İstanbul’da toplu ulaşım berbat (ötesi). Yılda iki kere
kullandığımız duble yollar yerine buralara iyileştirici tedbirler düşünseler. Kime
anlatıyorsun ya? Bazı insanlar için evrimin baştan alınması gerektiğini
düşünüyorum. Sorun değil iki milyon yıl beklerim, yeter ki gelişme olsun…
Harika bir günümüz başladı bu şekilde. Üsküdar’da kütlemi
otobüsten çekip, çıkarttım. Normalde Beykoz’a giden her şeye binip, Kuzguncuk’ta
inebilirsiniz ama ben yürümeyi tercih ettim. Bu yaz 750 bin adım atmışım! 25
binin lafı mı olur. Yol üzerinde Fethi Paşa Korusu var.
Bir yerde bahsetmiştim, Osmanlı İmparatorluğu zamanında
İstanbul’da yaşayan 10, 15 bin kişi çok iyi koşullarda yaşamışlardır. Tebaanın
ödemek zorunda kaldığı haraçlar sayesinde günlerini gün etmişlerdir. Fethi Paşa
da onlardan biri. Bugün, para vererek yiyip içtiğimiz o mekan aslında bir
yönetici elitin konutuydu. Adam orman içinde köşkte ikamet ediyordu, gözlerini
kapatıp burun deliklerinde içeri hava alıyordu ve “huzur” buluyordu. Köşkü çok
iyi bir yapı. Korunun en yukarısına kadar çıktım, sonra tekrar indim. İnerken
bir yürüyüş parkuru dikkatimi çekti. Zemin sanki yaylı gibiydi. Yani yürürken
aynı zamanda ayağına masaj yapıyordu, “zevk” veriyordu.
Belediyenin tesislerinde bir çay içeyim dedim ve o esnada ünlü
edebiyat duayeni, ünlü yarım halk aydını Kadir Taşdelen aradı. Kendisi şu anda
askerde. Acemiyken kendisini ziyaret etmiştim ve ruhsal olarak bir göçükle
karşılaşmıştım. Kendi deyimini kullanıyorum, usta askerler onları “sikiyorlarmış”.
Şimdi kendisi artık bir usta asker oldu. “Ee?” dedim, berbat koşullar devam
ediyormuş. Bunu kantinci yapmışlar. Sabah 06.00 akşam 22.00. İki haftada bir pazar
günü insan görme fırsatı var. Psikolojik göçük devam ediyor. Kendisi bu yaz
kendisini İstanbul’un köftecilerini görmeye adamıştı. Beykoz Soğuksu’daki
nitelikli köftecinin adını aldım ve diyalog sona erdi.
Yürüyoruz. Yolda sağ tarafta burjuvaların malikaneleri var.
Bakmak bile yasak. Yüksek duvarlarla çevirmişler. Karşınıza çıkan ilk trafik
ışığı Kuzguncuk’a ulaştığınız anlamına gelmektedir. Sağa kaykılan yol İcadiye
caddesi ve olayın büyük bir kısmı orada.
Karşıya geçerseniz, 15, 20 metrelik bir alandan size denizi
seyretme fırsatı verildiğini göreceksiniz. Ne mutlu bize!15, 20 metre kıyıdan denizi
seyretme fırsatı verilmiş işte. Beykoz’a doğru giderken böyle üç, dört tane
daha deniz seyretme alanı biz marabalar bahşedilmiş. Not: Kıyılar halkın
kullanımına açıktır kanunda. Yersen…
DİNLERİN KARDEŞLİĞİ
O gezi kitabında Kuzguncuk için böyle yazıyor. Buna da
yersen diyorum. Dinlerin kardeşliği diye bir şey yoktur. Hiç olmamıştır. Özellikle
İslam ve Yahudilik olduğu sürece imkansızdır bu. Bence sadece Hristiyanlık
kalsa ona paketleme ihtimalimiz vardır. Kuzguncuk’ta kiliseler, sinagoglar ve
camiler yan yanaymış. Bu da dinlerin kardeşliği anlamına geliyormuş. O Yahudilerin
oraya nereden ve neden geldiklerine bakmak lazım (İspanya, katliam, sermaye, ok
buyur). Sinagoglarını neden arayıp da bulamadığıma bakmak lazım. O kilise
sahiplerinin şimdi nerelerde olduklarına (veya olmadıklarına) bakmak lazım. Ziyaret
etmek istediğimde içerideki adamın neden dehşete düştüğüne ve beni neden mahçup
ve tehditkar bir edayla paketlediğine
bakmak lazım.
Cadde üzerinde sağlı sollu ilginç mimari yapılar var. Az var
gerçi aralarında “düz” esnaf yapılar daha çok. Caddenin başında sol tarafta yer
alan kilisenin kapısı kapalı, duvarları yüksek, hiçbir yaşam belirtisi yok. İleride
sağdaki kilise daha büyük ve büyük bir avluya sahip. Görevlinin beni
paketlediği kilise bu. Bunun çan kulesini görmelisiniz. Daha iyilerini gördüm
ama 11Üs mesafesinde böyle bir şey görünce baktıkça bakıyorsunuz.
Yine sağ tarafta Nail Kitapevi’nin olduğu bina da görmeye
değer. Ara sokaklara girerseniz eski gayri Müslim mimarisinin tipik evlerini
görebilirsiniz. Çoğu restore edilmiş. Aslında Türkiye’de restorasyon
olaylarının tamamen çok kötü olduğunu düşünmediğimi belirtmek istiyorum burada.
Siyasilerin eski şeylere İslam’la ilgisi yoksa zerre değer vermediklerinden
eminim ama öyle baştan savma şeklinde de olmuyor her şey. OECD ülkelerinin çok
gerisinde tabi. Bütün iyi kriterlerde olduğu gibi.
İcadiye Caddesi’ni gecekondular başlayana ve epeyce devam
edene kadar yürüdüm ve geri döndüm. İstikamet Kuzguncuk Bostanı.
Küçük bir alanda bostan hala var. İnsanlar bir şeyler
ekmişler ama bence bunlar sembolik. Birçoğu da bilgi evi, vakıf, yurt gibi yerler
tarafından ekilmiş. Bostanın içinde küçük bir çim amfi var. Birkaç da kaydırak.
Binmedim.
Çıkıyoruz ve Perihan Abla Sokağı’na doğru gidiyoruz. Sokak
çok basit bir yerde aslında. İcadiye Caddesi’ne girince ilk sol.
PERİHAN ABLA
Facebook arkadaşlarımdan dördünü 1988 yılını hatırlamaya
davet ediyorum. Birisi üç yaşında olduğu için hatırlamayabilir gerçi. O sene
Ankara’dan İstanbul’a gitmiştik. Benim ilk İstanbul seyahatimde ve hala
heyecanla hatırlarım. O yolculuk boyunca arabadaki (pick up) ben hariç altı
kişiyi deli etmiştim. Her gördüğüm vosvos için “aha Şakir’in arabası” diye
bağırmıştım. 1986-1988 yılları arasında yayınlanan dizi “Perihan Abla” tam
anlamıyla bir fenomendi. Ronald Reagan, Gorbaçov, Thatcher görüşmeleri bile
dizi başlayınca ara veriyordu. Bir ara 1986 Dünya Kupası’nın bile ertelenmesi
gündeme gelmişti. Perran Kutman’a “Rambo 4: The Russian Orgy” adlı filmden
teklif gelmişti. Şakir’in arabasını geçici bir süreliğine Brüksel’deki BM
binasının önüne koymuşlardı. Meraklı Melahat, Afrika’da UNESCO iyi niyet
elçiliği yapmıştı. Böyle bir diziydi. Bu dizi Kuzguncuk’ta çekilmişti. O sokağa
Perihan Abla Sokağı demişler. Aslında tam olarak o sokak değil. Perihan Abla’nın
evi, Perihan Abla Sokağı’na girdiğinide ilk sağda kalıyor. Yorum bölümünde
fotoğraflarını göreceksiniz.
Neyse goygoy bir yana, bu mahalle dizileri ile ilgili ne
düşünüyorsunuz? Kuzguncuk şu anda bir “mahalle kültürü satan yer”e dönüşmüş
durumda. Bir ev için bir emlakçıyı aradım. 2300 TL kira…Herkesin birbirini
tanıdığı sevdiği bir mahalle mi Kuzguncuk? O gayri Müslimler nerede? Onların
mahallesi çünkü. Onları kovup, yerel egemenlere yanaşan yerel insanlar bu
evleri çalmışlar onlardan. “Perihan Abla”da bir tek gayrimüslim karakter var
mıydı? Sonra aynı mekanda çekilen bir Ekmek Teknesi dizisi var. 16 Kasım 2002’de
çekilmeye başlanmış. Onun da mekanı İcadiye Caddesi üzerinde. Bu dizi de
muhafazakar, usturuplu aile yapısının idealize edildiği bir diziydi.
Mahalle kültürü sempatik gibi gelebilir ama bence aşılması
gereken bir şeydir. Mahalle kültürüyle çelişen şeyler düşündüğünüzde ve de
yaptığınızda nasıl da mikro faşizmlerin üretilebildiğini görürsünüz. Evinize karşı
cinsten biri gelemez, saz çalamazsınız, içki içemezsiniz. Ekmek teknesinde
boğarlar sizi. Bu kötülüğü Kandemir Konduk yaratmıştır ve enteresan
karakterlerle ilgi çekmiştir ama aslında örtük mikro faşizmlerin idealize
edildiği ve yeniden üretildiği hikayeler işlemiştir. “Süper Baba”yı ayrı
tutuyorum.
Çocukken öyle gelmiyordu ama J Gittim gördüm ve
tebessüm ettim. Bu arada Youtube’dan bir bölüme de baktım biraz. Gerçekten çok
dandik bir diziymiş. Hikayeler, replikler, oyunculuklar ve de özellikle
şarkılar çok çok kötüymüş. Sevip de pişman olduğum şeylerden biri oldu Perihan
Abla.
Sonra Ekmek Teknesi’nin yanındaki çay ocağında çay içtim. Bir
TL’ydi ve nitelikliydi. Pahalı ve niteliksiz çay içince dört gün kendime
gelemiyorum.
Beykoz tarafına doğru yürümeye başladım. Devletimizin biz
amelelere bahşettiği birkaç on metrelik aradan denizi seyrettim. Bu yolun
sonunda çok güzel bir park var. Tam Boğaz Köprüsü manzaralı. O parkın tam
karşısında İstanbul’daki en iyi mimari binalardan biri var. Cemil Molla Köşkü.
Osmanlı egemeni olmak vardı babasını satayım…
15BK’ya biniyoruz ve Beykoz’a doğru yollanıyoruz. İstikamet Odabaşlar
Köftecisi. Soğuksu’daki saat kulesinin tam karşısında. Bu arada günümüzde saat
kulesi inşa etmenin mallık olduğunu düşündüğümü belirtmek istiyorum ama siyasi
getirisi oluyor, kabul ediyorum.
Bu köfteciyle ilgili Vedat Milor (SAV) da yazı yazmış ve
beğenmiş. KT de zaten oradan zıplamış mekana. VM’nin önerdiği birçok köfteciye
gittim ve Sirkeci’deki Filibe Köftecisi’ni tek geçerim. Isdırırım, yalarım.
Köfte sıradan değildi. Beykoz’da yaşasaydım ara ara gider
yerdim. Adam Hayrabolu tatlısına da para almadı ki hoş bir hareketti ama bence
her zaman yapmaz. Köfteyi yeyip hesabı ödedim. Sonra uzun bir telefon görüşmesi
yaptım, o esnada tatlıyı istedim. Tekrar ödeme noktasına gittiğimde adam jesti
yaptı. Esnaf adammış.
Böyle bir gündü. Hikayesi var…Sayfamın adı bu da olabilir “hikayesi
var”.
Günübirlik bir kültür gezisi için ideal bir yer Kuzguncuk
ama kültürün ne olduğu ve başına neler geldiği üzerine biraz ön okuma yapmak
şarttır.
Görüşürüz.
Etiketler: harika bir gündü, kadir taşdelen