Film adlarındaki iki nokta üst üste’den hoşlanmam. Özellikle son
yıllardakileri birer pazarlama hilesi olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin
“Fast Chuckles: The Dangerous Rise” gibi bir film adı; birinci bölümüyle
bir 10 milyon kişiyi, iki nokta üst üste’den sonra da ikinci bir 10
milyon kişiyi tavlamayı düşünür.
Ben de bu başlıkta birinci bölümde bir yedi kişiyi, iki nokta üst üste’den sonra da diğer bir dört kişiyi tavlamayı düşündüm.
En sevdiğiniz oyuncu kimdir?
Bu tür anketler sık yapılır ve dört büyük oyuncu genelde çeşitli
varyasyonlarla sıralanırlar. Marlon Brando, Jack Nicholson, Robert De
Niro ve Al Pacino…Bu sıralama Türkiye’deki futbola fena halde benzer.
Bursaspor şampiyon oldu ama hiç kimse “beş büyükler” gibi bir şeyi
telaffuz etmiyor. Aslında Türkiye’de dört büyükler de yoktur. Fener ve
GS büyüklüğü değil de “dayatması” vardır. Sinemada da bu dördü
içerisinde De Niro ve Pacino’ya ayrı bir parantez açarlar ve kimin en
iyi olduğunu sıklıkla tartışırlar.
Robert De Niro’nun bu konuda
artis bir açıklaması vardır: İnsanlar benimle Al Pacino’yu kıyasladılar.
Bu kıyaslamayı doğru bulmuyorum. Benim ondan daha uzunum ve filmi tek
başına yönlendiren adam olarak daha uygunum. Bizim jenerasyonun en iyi
aktörü olabilirsiniz ama ben orada yoksam.
Bana sorsalar,
Brando’yu buradan çıkartırım. Nicholson ve Pacino arasında bir sıralama
yapamam ama De Niro’yu tereddütsüzce “gelmiş geçmiş en iyi oyuncu” ilan
ederim…
Bugün kendisinin hayatına ve sanatına odaklanacağız.
1943 New York, “Little Italy” doğumlu. Orada büyümüş. Bu büyüme kariyeri ilerideki filmlerini etkilemiştir.
İtalyan asıllı. Aslında Amerikalılar için “x, y, z asıllı” demek biraz
saçma oluyor. Amerika’ya her yerden insanlar göç etmişler, Amerikalı üst
kimliğini gönüllü bir şekilde benimsemişler ve üç yüz yıldır da fena
halde birbirlerine karışmışlar. Yani Türkiye’de olmayan şey. Bu, neden
Türkiye’de olmuyor ve de olamaz’ı merak ediyorsanız arayın anlatayım.
Burası yeri değil. De Niro’nun İtalyan asıllılığı ise kariyeriyle
yakından ilişkili olduğu için önemsiz değil. Zaten 2006 yılında İtalya
vatandaşlığına da başvurmuştur ve kabul edilmiştir. İtalyanca bildiğini
zannetmiyorum.
Little Italy’de büyüyen De Niro çeşitli okullarda
okumuştur ve o bölgenin gençlerinde yaygın şekilde görülen çetecilik
faaliyetleri gerçekleşmiştir. Yani “Mean Streets/Arka Sokaklar” veya
“Goodfellas/Sıkı Dostlar” filminde yaşananlar ona hiç de yabancı
değildir.
Küçük yaştan itibaren oyunculuk da yapan De Niro bu işe tutkuyla bağlanmıştır ve büyük bir oyuncu olmayı kafasına koymuştur.
STELLA ADLER veya ACTORS STUDIO
Bu ikisinden bahsetmemiz gerekecek. Metod oyunculuk nedir? Rus tiyatro
otoritesi Stanislavski’nin metod oyunculuğu yani bir oyuncunun bir rolle
tam olarak bütünleşmesini savunur. O rolü canlandırabilmek için yakın
bir gözlem süreci ve yoğun bir hazrılanma dönemi gerektirir. Bunun tam
karşısında ise Brecht’in “epik tiyatro”sunun önerdiği oyunculuk tarzı
vardır. Yani bir oyuncunun aslında bir oyuncu olduğunun, o roller
alakası olmadığının çeşitli çabalarla izleyiciye sürekli hatırlatılması.
Kasıtlı olarak ortaya konulan bir yabancılaşma efekti.
Metod
oyunculuğunun Amerika’da çok önemli iki okulu vardır. Stella Adler’in
konservatuvarı ve Elia Kazan’ın kurduğu Actors Studio oyunculuk okulu.
Neredeyse bütün büyük oyuncular buralar bulaşmışlardır. De Niro, Pacino,
Brando, Hackman, Hoffman, Penn, Monroe, Quinn ve bir dolu önemli
oyuncu…
De Niro metod oyunculuk anlayışıyla buralardan mezun olmuştur. İleride, filmleri için neler yaptığını göreceğiz.
Uzunca bir süre figüranlık yapmıştır ve önemsiz rollerde görülmüştür.
Altı, yedi sene. Diğer büyük oyunculardan daha uzun bir süre bu işleri
yapmıştır.
MARTIN SCORSESE
Bugün elimizde
“anti-kahramanın allahı”, “gelmiş geçmiş en iyi oyuncu”, “yürüyen
karizma” varsa bunu, biraz da Martin Scorsese’ye borçluyuz. Ona ilk
başrolü veren odur: “Mean Streets”. En iyi performanslarını onun
filmlerinde göstermiştir. Uzun süren bir işbirliği yapmışlardır. Bu tür
oyuncu-yönetmen işbirlikleri sinemada görülür. De Niro – Scorsese
işbirliği bunun en tipiklerindendir.
ANTİ- KAHRAMAN
Biraz
da bundan bahsetmemiz gerekiyor. Nedir anti-kahraman? Klasik anlatı
sanatlarında elbette bir kahraman vardır. Büyük ve önemli kişilerdir
bunlar. İyidirler. Yüce, erdemli ve vicdanlıdırlar. Fizikleri de iyidir.
Fakat özellikle romandaki Romantizm akımıyla beraber anlatı
sanatlarında bu durum salvolara maruz kalmıştır. Aslında önceden de hiç
yoktu denemez. Homeros’un “İlyada”sındaki Aşil aslında anti-kahramanın
ilk örneklerinden sayılmalıdır ve de en “iyilerinden” biri.
Neyse, yıllar ve dönemler geçtikçe anti-kahramanlar daha popüler olmaya
başlamışlardır. Başrolde ama şerefsiz olan demek istiyorum. Kötü,
kişiliğinde ciddi deformasyonlar barındıran karakterler. Erdemden
yoksun. Akıldan, bilgiden, vicdandan tam olarak nasibini almamış
karakterler. Fiziksel olarak da handikaplı olabilirler. Örneğin “Rain
Man”. Siyasi olabilirler, eşcinsel olabilirler, hatta bir makine bile
olabilirler (Terminator). Bütün bunlar ana akım, “normal” insan
tipolojisinden ayrı oldukları için anti-kahraman kategorisine girer.
De Niro genelde böyle karakterleri canlandırmıştır. Son dönemlerinde
kendisini rezil edercesine rol aldığı sinek ikilisi filmleri hesaba
katmıyoruz fakat bir süper star olarak 1973-1998 (falan) boyunca hep
arızalı karakterleri canlandırmıştır. Bu bakımdan Al Pacino’dan
farklıdır. Al Pacino da çok iyi anti-kahraman performansları ortaya
koymuştur ama onun böyle insanın içini cız eden rolleri epeyce vardır.
Beraber oynadıkları üç filmden biri olan “Heat/Büyük Hesaplaşma”da polis
rolünü kim oynuyor dersiniz?
De Niro anti-kahramanın allahıdır.
Hiç tartışmasız! Travis Bickle’a hayat vermiştir bir kere, sadece bu
bile yetmesi lazım aslında.
FİLMOGRAFİ
Önemli filmleriyle ilgili birkaç bir şey söylememiz gerekecek:
“Mean Streets/Arka Sokaklar” (1973): Bir partide tanıştığı Scorsese ile
birbirlerini hemen tanımışlardır. Gençliklerinde birbirlerini sokakta
gördüklerini fark etmişlerdir ve büyük işbirliği bu şekilde başlar.
Film, “Taxi Driver” ve “Goodfellas”a için bir ısınma turu olarak
değerlendirilebilir.
“Godfather Part:2/ Baba 2” (1974): Metod
oyunculuğun gereğini ilk kez bu filmde yapan De Niro, Sicilya’da aylarca
yaşamıştır. Oranın lehçesini ve insan davranışlarını kazanmak için.
Film ise ikincisi birincisinden daha iyi olan filmler listelerinde sıkça
görülür. De Niro filmde büyük oranda İtalyanca konuşur ve Oskar alır.
Bu da önemli bir şeydir. Bu arada geçen arkadaşlarla tartıştık: Oscar’ın
ne olduğunu biliyoruz. Bence en iyi film Oscar’ı sanatsal anlamda bir
değer ifade etmez veya başka başka şeylerin yanında o filmlerin sanatsal
değerlerinin önemi yoktur demek istiyorum ama oyuncluk adaylıkları ve
ödülleri önem arz eder bana göre.
“Taxi Driver / Taksi Şoförü”
(1976): Top beşimde her zaman yer almıştır ve de alacaktır gibi
hissediyorum. Tarantino’ya göre “bir insanı ele alan en iyi film”. De
Niro’nun oyunculuğunu görmek istiyorsanız veya oyuncluk nedir sorusunun
peşindeyseniz bunu görmeniz gerekmektedir. Aylarca taksicilik yapmıştır
çünkü MO bunu gerektirir. İzlememiş olanla sinema sohbeti yapmam…
“1900” (1976): Beş saatlik bu filmi izlemiş ve beğenmemiştim. İtalya’da
gerçekleşen burjuva devrimini anlatacağım derken Mussolini’nin
idamından çıkan bir film. Viaport’a gidecekken hızın alamayıp Bolu High
Way’de kendisini bulan bir film. De Niro’nun çıplak bir sahnesi olduğunu
ekleyelim. Bertolucci’nin masalsı atmosferi bazen iyidir de genelde
sıkar beni. Masalsı havanın hastası olanla sinema sohbeti yapmam…
“The Deer Hunter / Avcı” (1978): film de bayağı iyidir de benim çok sık
paylaştığım bir sahne vardır bu filmde. Yorum bölümünde paylaşacağım bu
sahneyi dikkatle izlemenizi tavsiye ederim. Amerikan sinemasını
toptancı bir yaklaşımla reddedenle sinema sohbeti yapmam…
“Raging Bull / Kızgın Boğa” (1980): Film için 27 kilo almıştır. Bu bir
rekordur ama sonradan kırılmıştır gerçi. Ayrıca film için gerçek boks
maçlarına da çıkmıştır hatta bir iki tanesini de kazanmıştır! Filmi
Fransızca dublajla izlemek zorunda kalmıştım o yüzden pek içine
girememiştim. Tek başrol oskarını bundan almıştır. Dublaj film izleyenle
sinema sohbeti yapmam…
“The King Of Comedy / Komedyenler Kralı”
(1983): Hahahahaha…Rupert Pupkin diyorum başka bir şey demem gerekmemeli
ama gerekiyor. Tam bir gömülü hazinedir bu film. Scorsese’nin
keşfedilmemiş başyapıtlarındandır. Bir diğeri de “After Hours”.
Filmlerde illa ki büyük insanların gerçekleştirdiği büyük olaylar görmek
isteyenlerle sinema sohbeti yapmam…
“Once Upon a Time in America
/ Bir Zamanlar Amerika” (1984): Olağanüstü bir müziği vardır. 1900’ün
Amerika’ya uyarlanmış ve başarılı olmuş olanı diyebiliriz. Büyük usta
Sergio Leone’den giderayak sert bir kroşe…Kovboy filmlerini sevmem
diyenle sinema sohbeti yapmam…
“Goodfellas / Sıkı Dostlar”
(1990): Scorsese De Niro işbirliğinin ikinci en iyi filmi.
İzlemediyseniz çok şey kaçırmış demeksiniz. Joe Pesci ile beraber
oyunculuk destanı sunuyorlar. “Goodfellas”ı izlememiş insanla sinema
sohbeti yapmam…
“Awakenings/Uyanışlar” (1990): Parkinson benzeri bir hastayı canlandırıyor. Çok başarılı olduğu söyleniyor. İzlemedim henüz.
“Cape Fear / Korku Burnu” (1991): Bu rol için sağlam, çalışan dişini
söktürmüştür. Buradaki kötü karakterden tırsarsınız. Gerilim filminin
şahıdır. Gerilim, korku türünü sadece istismar sineması içerisinde
değerlendirenle sinema sohbeti yapmam…
“Heat / Büyük Hesaplaşma”
(1995): Al Pacino ile beraber çektikleri üç filmden biri. Beraber
göründükleri bir sahne de mevcut. Kime odaklanacağınıza şaşırıyorsunuz.
İkisi de saniye saniye destan yazıyor. Film de çok çok iyi bir film.
“Jackie Brown” (1997): Bence Robert De Niro’nun son iyi filmi. Yan
rolde ayrıca ama bu film için yan role girilirdi. Bundan sonraki yan
rollere bence girmese de olurdu. Zrivede bırakabilirdi ama sanırım
hiçbir sanatçı zirvede bırakamaz. Çünkü ilgi o kadar iyi bir şeydir ki
insan ne kadar elde edebilirse elde etmek istiyor. Asla bıkılmayan
şeyler ilgi, Messi, Browni Intense…Tarantino’daki ayrıntı zenginliğini
küçümseyen insanlar sinema sohbeti yapmam…
Bu kadar.
Görüşürüz.